İstanbullu Gelin: “Geliyor geçiyor zaman…”

İstanbullu Gelin: “Geliyor geçiyor zaman…”
İstanbullu Gelin denince birçok şey gelebilir aklımıza. Daha önce izlemediğimiz şeyleri izlediğimiz, izlediğimiz şeyleri daha önce izlemediğimiz şekilde izlediğimiz ve derinlerde başka bir şeyler olup bittiğini görsel bir sanat üzerinden bu kadar incelikli biçimde bize geçirebildikleri gibi. Çünkü bu sadece oynamak, yönetmek ya da yazmakla alakalı değil. Bir yerde bir şeyleri hisseden ve bunu milyonlarca insana farklı farklı şekillerde geçirebilen bir insan topluluğundan bahsediyoruz. 

Ece Temelkuran eskilerden bir yazısında her hikayenin yanlış adrese gittiğini söylerdi. “Çünkü acıyı yine onu algılayabilme yeteneği olanlar hisseder.” Ama aslında tam da bu yüzden anlatılan her hikaye, doğru yere gitmektedir. Çünkü kimin neye ihtiyacı varsa, o gün orada ne hissediyorsak onu alırız bize anlatılanlardan. Bu yüzden kimimiz başka bir diziyi izler, kimimiz İstanbullu Gelin izler; İstanbullu Gelin izleyen herkes de aslında kendinden başka bir şeyler seyreder. Zaten mesele seyirciye, dinleyiciye, okuyucuya o alanı açabilmektir bence. Kendi içindekileri bulabilme, kendi derinliklerine bakabilme fırsatı vermekte. Bir şeyler düşündürebilmekte, zamanın sadece geçmediğini; o sırada başka bir şeyler daha olup bittiğine inandırabilmekte.

Ben İstanbullu Gelin izlerken geçtiğimiz sene, başka başka şeyler düşünüyordum. Ekrandan bize anlatılan her hikayenin, her karakterin; ancak derinliği olduğunda gerçekliği olabileceğini gösterdiler bence bize. Kötü adamların iyi çocuklar; kötüler arasında kalmış ve kötü olmuş masumlar olabileceğini gösterdiler mesela aylarca. Karısını döven bir adamdan belki de ülkede çoğu insanı teşhis ve motive eden ve hatta belki de iyileştiren terapi seansları izledik bir dizinin içerisinde. 60 yaşına gelmiş bir kadının o 60 yılını nasıl “geçirmediğini” ve nasıl geçirebileceğini gösterdiler. Onca riskli alandan tehlikeli sulardan karşıt kesimlerce de kabul edilebilir ve etkileyici mesajlar geçirdiler.

Tam da bu yüzden, önümüzdeki sezon İstanbullu Gelin’de ne olacağını bilmiyorum fakat geçen sene ne izlediğimi biliyorum.

Geçtiğimiz sene birbirine paralel ama zıt giden iki insanın iki farklı hayat hikayesine şahitlik ettik. Bir tarafta yıllarca içindeki bulunduğu toplum kafasına vura vura nasıl yaşaması gerektiğini söyleyen bir kadının “öfkelerinden yarattığı özgürlüğün” peşinde nasıl gidebildiğini görürken diğer yanda tüm hayatını bir öfke uğruna kapana kısılmış, kendine hapsolmuş genç bir adamın tüm çabalarına rağmen nasıl yine esir düştüğünü izledik. Sezon sonunda biri tüm ömrünü geçirdiği evinden yepyeni bir yolculuğa çıkarken diğeri tüm ömrünü geçirmesi gerektiğini düşündüğü o eve giriyordu. Bana kalırsa İstanbullu Gelin’in geçtiğimiz sezonu Esma ve Adem’in hikayesiydi. Ya da ben öyle görmek istedim veya öyle izledim. Ama size neden böyle düşündüğümü anlatmak isterim.

İstanbullu Gelin’in senaryosunu yazan Deniz Akçay’ın birkaç röportajını okuyup yazıp yönettiği filmini izledim. Filme yine geliriz ama röportajların birini okurken söylediği söz dikkatimi çekti. Ve şunu fark ettim: ikinci sezonda izlediğimiz Esma’nın değişim hikayesi ve sevgisinin peşinden gidebilme isteği, onun Süreyya’ya duyduğu öfkeden gelmişti. Belki çoğumuz bunu fark etmiş ya da hissetmiştir ama bir dizinin başrollerinden birinin diğerinden neden nefret ettiğini sadece gelin-kaynana, oğlunu kıskanma ya da paylaşamama üzerinden anlatmak istemeyen bir ekip vardı. Ki Adem ve annesi üzerinden bunun nasıl olabileceğini de gördük, ona da geleceğim. Fakat Esma’nın Süreyya’ya dinmeyen nefretinin kendi geçmişinden duyduğu hüznün öfkesi olduğunu görmek, çarpıcıydı. Ve bunun anlatılışını da. Bir sabah Esma piyano çalarak herkesi uyandırırken aslında müzisyen gelinin kendinde uyandırdığı eski bir ezgiyi paylaşıyordu evdekilerle. Kendisine hayatın başka bir şekilde yaşanabileceğini göstermek hissediyordu. Hayatın sadece düşünerek değil, hissedilerek ve hissedildiği gibi de yaşanabileceğini. Bir insanın bunu nefret ettiğini sandığı birinden öğrenmesi, güzel bir hikaye değilse nedir? 



Ve fakat o kadar da kolay olmadı. Yılların getirdikleri geleceğin götürdüklerine dönüşebilirdi. Ki bunun için mücadele etmek kolay değildi. Esma da yalpaladı, yanındaki insanlara da yansıdı. Hayatında hiç yapmayacağı, aklının ucundan geçirmeyeceği, yaşayacağını ummayacağı yollara saptı. Önce kendisini ardından da etrafındakileri ikna etmesi kolay olmadı. Hatta hala kendini ikna etmeye devam ediyordu. Kendini ikna ettikten sonra, hissettiklerinden ve yaşamak istediklerinden emin olduktan sonra herkesi ikna etmişti aslında. Ve bu şekilde inat etmeyi belki de Süreyya’dan öğrendi ya da en azından Süreyya’yı görünce kendisinin de bir zamanlar tam da böyle inat edebildiğini hatırladı. Neden şimdi de etmesin?

Yine de tüm gelip gitmelerine, kendinden uzaklaşıp dönmelerine rağmen sonunda kendini ikna etti Esma. Süreyya ile arasında başka bir ilişki yeşerdi. Ki bana kalırsa kızı olsa Süreyya gibi olmasını isterdi. Çocuklarını ikna etmek, tam da yukarıda bahsettiğim filmin arka planında olduğu gibi, eşini kaybetmiş ve dört erkek çocuk annesi tek başına bir kadın için kolay değildi. Çünkü Deniz Akçay’ın röportajlarının birinde bahsettiği gibi dört çocuğunun da ayrı bir kişiliği, farklı yerlerde gezinen bir profili vardı. Fakat hepsinin, Osman’ın dahi ortak paydası, annelerini anneden başka bir kadın olarak görememeleriydi. Buna rağmen direndi ve biz de dört çocuk annesi, ataerkil bir toplumda eşini kaybetmiş bir kadının özgürleşmesinin ve kendine biçilen ve benimsetilen rollerin dışında doğaçlayabilmesinin hikayesini izledik. 



Üstelik Esma’nın bu özgürlük yolu, etrafındaki herkesin de önünü açtı. Tıpkı Süreyya’nın farkında olmadan Esma’ya örnek olması gibi Garip’in gelmesiyle birlikte geçmişten sadece üstünden zaman geçmiş hikayeler değil, yeni bir gelecek ihtimali dört bir tarafa dağıldı. Başınızda “acıları kendine rütbe yapmış disiplinli bir komutan” varsa siz de öyle olursunuz. Ya da ona tepki olarak tam tersini yapar aslında öyle olmasanız da başına buyruk, isyankar bir yola savrulursunuz. Fakat Esma’nın özgürleşmesi Fikret’in de yaşamak istemediği bir hayatını yaşadığını fark etmesini sağladı belki de. Sevilmediğini başka türlü göremeyebilirdi. Ve bunu gördüğünde sevilmenin nasıl olduğunu hissetti. Ya da sevilmenin nasıl bir şey olduğunu hissettiğinde sevilmediğini idrak etti. Fakat her nasıl olursa olsun, aslında naif ve tüm manipülasyonlara açık olan Fikret, saf bir şekilde sevebileceğini ve sevilebildiğini anladı. Doğrudan bağlantı var mıdır bilmem ama annesi Garip’le birlikte olmaya karar vermese Fikret de Esra’yı hiç görmeyebilir ve İpek’in onu öyle sevmediğini hiç fark etmeden tüm ömrünü geçirebilirdi. Ama bir yerde değişim rüzgarı esmeye başladığında, hele bu rüzgar otoritenin oradan esmeye başladıysa, oradaki herkes bundan etkilenecektir.

Murat’ın Bade’yle evlenmesi çocukça bir kapris ya da küçük bir çocuğun annesini kızdırmak için yaramazlık yapması gibi değerlendirilebilirse de aslında gerçekten kiminle olmak istediği ve ne yapmak istediğine karar vermesi olarak da okunabilir. Osman’ın evden ayrılması her ne kadar başka şeylerin açığa çıkmasıyla vuku bulduysa da aslında bu sadece 1. Dünya Savaşı’nı Sırp Kralı'nın bıçaklanmasının başlatması gibi bir son damla da olabilir. Konaktan ayrılmak, kendi hayatını yaşamak; hiç bilmediği hayatların içine girmek, tanımadığı bir kadınla beraber olmak gibi hiç cesaret edemeyeceği ve hatta niyet etse de pes edebileceği adımlar atmasını sağladı. Neredeyse yurt dışında yaşayacaktı. Halbuki Osman, bildiğimiz Osman, böyle şeyler yapmayı istese bile adım atmazdı. Kendini olanın doğru olduğunu ve başkasının peşinde koşmaya gerek olmadığına inandırabilirdi. Ama rüzgar, onu da vurdu. 

Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER