Los Angeles'ta Beverly Hilton Hotel'de düzenlenecek 75. Golden Globe ödül törenine sayılı anlar kala, adaylar o panel senin, bu davet benim koştururken törenden bir gün önce söyleşilerin (bana göre) en kralı düzenlendi ve En İyi Yabancı Film dalında aday gösterilen filmlerin yönetmenleri bir araya geldi! Her sene Hollywood'daki tarihi Egyptian Sineması'nda düzenlenen davete bu sene katılan adaylar ve filmleri sırasıyla şöyle: Angelina Jolie “First They Killed My Father”, Sebastián Lelio “A Fantastic Woman”, Andrey Zvyagintsev “Loveless”, Ruben Östlund “The Square” ve Fatih Akın “In the Fade”.
İtiraf etmeliyim ki bu söyleşiden sonra birçok şey hakkında fikrim değişti. Angelina Jolie bu kategoriye aday gösterildiğinde birçok insan gözlerini devirip sadece ünlü bir oyuncu olduğu için kaale alındığını düşünmüştü ama panelde konudan o kadar içten, o kadar tutku dolu bahsetti ki filmi gerçekten oğluna ve onun ülkesine olan sevgisinden dolayı çekmek istediğine herkesi inandırdı sanırım. Bir de gerçekten “yıldız ışığı” diye bir şey varmış; her yakın çekimde güzelliğiyle göz kamaştırdı, hiçbirimiz dev ekrandan gözlerimizi alamadık. Netflix'te gösterilen ve Loung Ung'un aynı isimli kitabından uyarlanan “First They Killed My Father”, 1975'te Kamboçya'da geçiyor ve Vietnam-Kamboçya savaşı sırasında Ung'un çocuk asker olmaya zorlanması anlatıyor.
Her ne kadar bu beş yönetmen içinde magazin değeri yüksek tek kişi Angelina Jolie olsa da benim gibi farklı milletlerden pek çok insan “kendi” yönetmenini desteklemeye gelmişti zira salonda önüm arkam sağım solum Rus, Danimarkalı, İspanyol, bol bol Avrupalı doluydu. Bittabi beni en çok heyecanlandıran yönetmen de Fatih Akın oldu. “Im Juli” filmini hala döne döne izlediğim yönetmenin Diane Kruger'la büyük bir işbirliği içinde çektiği yeni filmi “Aus dem Nichts”, İngilizce adıyla “In the Fade”, Almanya ve Fransa ortak yapımı. Oğlu ve Türk kocası Almanya'da bir patlamada öldürüldükten sonra kendini bunu yapanları bulmaya adayan Alman bir kadının hikayesini anlatan film, Fatih Akın'ın diğer filmlerine hiç benzemiyor zira bolca gerilim dolu.
Şili'nin adayı “A Fantastic Woman” da yaşça kendisinden büyük sevgilisinin ölümü üzerine yıkılan bir trans kadının hikayesini anlatıyor. Sevgilisinin yasını bile tutamadan, onun ailesinin şüpheleriyle boğuşmak zorunda kalan genç kadın bir yandan kendisi olmaya çalışırken bir yandan onların tacizine boyun eğmemeye çalışır. Filmin aynı zamanda yazarı da olan Sebastián Lelio'nun “Gloria” filminin 2013'te Berlin Film Festivali'nde gösterildiği ve büyük övgüler aldığını da belirtelim.
“Loveless” Rusya'nın bu seneki adayı ve filmin yönetmeni Andrey Zvyagintsev, panele çevirmenle katılan tek yönetmen. Bu sebepten de arkamda oturan Ruslar kendisine kahkahayla gülerken çevirmene mahkum kalan bizler bırakın şakayı yakalamayı, adamın ne dediğini anlasak şanslı saydık kendimizi. Yani anlayacağınız harcandı Andrey'in esprileri. “Loveless” anne babasının bir kavgası sırasında ortadan kaybolan küçük bir çocuğun hikayesini anlatan etkileyici bir dram. Bu arada film, 2017 yılında Cannes Film Festivali'nde Jüri Ödülü'nü kazandı.
Geldik son adaya. Bırakın bu senenin, son zamanların en tuhaf filmi olan “The Square”, İsveç'in sanat dünyasıyla tatlı tatlı dalgasını geçen, yer yer gerim gerim geren şahsına münhasır bir film. Yönetmen Ruben Östlund'un da diğer pek çok aday gibi Cannes müdavimi olduğunu ve bir önceki filmi “Force Majeure”un 2014'te Jüri Ödülü'nü kazandığını da belirteyim de sonra bu adam da kim demeyin. Bir yerde denk gelirseniz kesinlikle filmi izleyin.
Bu arada söyleşi sırasında aklımda sıkı sıkı yer eden cümlelerden biri Östlund'a ait. Filminde yer yer sanat dünyasının gösterişçiliği ve yapaylığıyla dalgasını çeken, bir yandan da komik bir şekilde filme adını veren “kare alan” üzerinden insanlığı sorgulayan yönetmen, sanatın günümüzde nasıl görüldüğünü bir cümleyle özetliyor: “Sanat, zenginlerin iç dekorasyon malzemesi oldu.”
Bu uzun girizgahtan sonra gelelim söyleşiye. Öncelikle bu birbirinden efendi, birbirinden komik ve zeki adayın arasında dil sebebiyle midir, yıldız faktöründen mi bilinmez en çok Angelina'nın konuştuğunu belirtmem gerek. Ne var ki kendisi asla lafa atlamadı, kimseyi bölmedi. Konuşma boyunca Fatih Akın'la ikisinin tatlı tatlı atışması da görülmeye değerdi. Hatta Angelina bir noktada Fatih'e dönüp “Senin kadın filmleri yapman, benimse savaş filmi üzerine konuşmam çok tuhaf oldu.” dedi.
Fatih Akın olsun, Ruben Östlund ve Andrey Zvyagintsev olsun neredeyse bütün yönetmenlerin, filmlerini daha yazarken bile Cannes'a bir şeyler beğendirme ve yetiştirme isteğiyle harekete geçtiklerini, bunu gülerek itiraf etmeleri suretiyle öğrenmiş olduk. Hatta Fatih Akın, bir izleyici olarak kendisinin de çok sofistike bir sanatsever ile kamyon şoförü arasında bir yerde konumlandığını ve filmlerini bu iki kitleye de beğendirip izletmek isteyebileceğini söylediğinde, “Loveless”ın yönetmeni Andrey Zvyagintsev bunun mümkün olmadığını esprili bir dille açıklıyor. Yukarıda bahsettiğim kaçırdığımız şaka da buydu zira büyük espriyi duyamadık, sadece kahkahaların yalancısıyız.
Söyleşinin sonlarına doğru moderatör, yönetmenlerden salondaki oyuncuları, ekip arkadaşlarını göstermelerini istediğinde “A Fantastic Woman”da harika iş çıkaran Daniela Vega sahneye çıkıveriyor. Aynı şekilde “First They Killed My Father” ekibi de utangaç utangaç salona selam verip yerlerine kaçıyorlar.
Panel, bu aralar düzenlenen pek çok söyleşi gibi Netflix konusuyla açılıyor ve soru Angelina'ya geliyor: Filminin Netflix'te gösterilmesi hakkında ne düşünüyorsun?
“Bundan çok memnunum. Tabii ki ben de sinemaları çok seviyorum ama izleme alışkanlıkları artık değişti. Filmlerin arkamızdaki gibi büyük ekranlarda gösterilmesi çok hoş ama benim filmi çektiğim yerlerde, mesela Kamboçya'da halkın bir sinemaya erişimi yok. O yüzden dijital platformlar sayesinde filmleri daha fazla insanın izlediğini düşünüyorum.”
“The Square”in yönetmeni Östlund da son 15 yılda film ve televizyon izleme alışkanlıklarının oldukça değiştiğini söyleyip ekliyor: “İsveç'te normal bir eve bakarsanız, ev halkının birlikte izlediği tek şey Eurovision. Farklı şeyleri de küçük ekranlarda kendi kendimize izliyoruz. Sinemaların ve dijital platformların bir arada olması çok önemli.”
Fatih Akın, terörizmi, göçmen olmayı anlattığı filmiyle toplumun bugünkü haline ışık tutuyor ve moderatör de bu bağlamda, filmin mesajının geniş kitlelere yayılıp yayılmadığını soruyor.
“Bilmiyorum. Umuyorum. Tabii ki içinde yaşadığımız dünyayı değiştirmek istiyorum. Ben çocukken izlediğim filmler beni şekillendirdi ve bugünkü halime getirdi. Bilmiyorum... Vaaz vermek istemezsiniz değil mi? Kimseye ders anlatır gibi fikirlerinizi dayatmak istemezsiniz. Belki çocuklarıma bunu yapabilirim. Onlara da bazı filmler izletiyorum ve bazı şeyleri bu şekilde öğretmek istiyorum. Bazı Alman filmlerini izlettim, bir anda 'The Schindler's List' ile başlamak istemedim.”
Angelina Jolie de Vietnamlı ve Kamboçyalı birer oğlu olduğunu ve tıpkı Fatih Akın gibi onlara belli şeyleri öğretmeye çalıştığını, hatta filmi de bu sebeple yapmak istediğini söylüyor.
“Maddox'un, muhtemelen biyolojik ebeveynlerinin de başına gelen olayları öğrenmesini istedim. Kitabı okuduktan sonra ona, 'Sen hazır olduğunda bu filmi yapacağım.' demiştim ve bir gün bana gelip hazır olduğunu söylediğinde de filme giriştik. İki oğlum da filmde bana yardım etti. Kamboçya'da 40 yaşın üstündeki herkes savaşı hatırlıyor ama kimse bundan bahsetmiyor. Bu sayede insanların bunu konuşmalarına da vesile olmuş olduk.”
Angelina Jolie, filmi yapmasının sebeplerinden birinin de bu savaşa ışık tutmak olduğunu söylüyor zira kendisi dahil herkesin eskiden yaşanan savaşlara, yıkımlara baktığında “O zamanlar medyada olanları görseydik, bu kadar bilgimiz olsaydı bir şeyler yapardık, kesin yapardık ve bunu bitirirdik.” dediğini ve fakat şu anda Suriye'de yaşananlara bu kadar hakimken, gözümüzün önünde bunca video, fotoğraf ve haber verken ne ülkelerin ne de insanların yeterince bir şey yapmadığını belirtiyor ve haklı olarak alkış kopuyor.
Sinemanın eğitici yanından bahsederken söz tabii ki bir trans kadının hikayesini anlatan “A Fantastic Woman”a geliyor ve yönetmen Sebastián Lelio bu konuda kendisinin de ne kadar bilgisiz olduğunu filme hazırlanırken fark ettiğini söylüyor.
“Bu konuda çok az bilgim vardı ve cehaletimden kurtulmak için derin bir araştırmaya giriştim. Daniela Vega'yla tanışmak benim için büyük bir tecrübeydi, ondan çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim. Bu film tamamen 'kimlik' kavramının ne olduğunu sorguluyor.”
“Loveless”da çok bencil bir anne babanın sevgiye muhtaç oğlunun hikayesi anlatan Andrey Zvyagintsev de sinemanın eğitici yanıyla ilgili şunları söylüyor:
“Bence sinema yoluyla izleyicileri eğitmek biraz zor. Benim için film yapma süreci, hem kendimi hem de toplumu yansıtma tecrübesi oldu. Filmlerimi nasıl anlayacakları tamamen izleyiciye kalmış, dolayısıyla bundan ne öğrenecekleri de tamamen onlara bağlı. Bence evrensel bir film yapma isteğiyle yola çıkmak zor. Bana göre en önemlisi, kendi bildiklerimden yola çıkarak gerçek ve spesifik bir film yapmak ve onun başka insanlara da hitap edeceğini ummak. Tabii bu, 'Transformers' gibi bir film yapmıyorsanız geçerli, aksi takdirde hedefleriniz farklı demektir.”
Yönetmenlerin, başrol oyuncularıyla işbirliklerinden söz açıldığında konu “The Square” filminin başrolündeki Danimarkalı Claes Bang'dan açılıyor. Ruben Östlund, film için seçmelere gelen her aktörden filme de adını veren “kare alan” yani “The Square” için bir yazı hazırlamalarını istemiş.
“Bu hümanist sanat eseri için bir şeyler yazmalarını istemiştim ve Claes yazdıklarını okumaya başladığı anda rolü ona vermeye karar verdim. Yazısında, bu alanın nasıl kullanılabileceğini açıklıyordu. 'Oraya gidip yardım isteyebilirsiniz, konuşmaya ihtiyacınız olduğunda birinden sizinle yarım saat konuşmasını isteyebilirsiniz.' Ben de bunun çok güzel olduğunu düşündüm. Claes çok duygusal biri ve olayı böyle algılaması çok hoşuma gitti.”
Claes, Golden Globes vesilesiyle Los Angeles'ta fakat maalesef söyleşiye yetişemedi. Östlund gözleri yollarda bekledi, hepimiz şahidiz.
Fatih Akın da filmi çekerken başrol oyuncusu Diane Kruger'la derin bir işbirliği içine girdiklerini ballandırda ballandıra anlatıyor ve sonunda Diane için büyük bir alkış istiyor.
“Diane tam bir dinamit. O olmasa şu anda burada oturamazdım. Rolünü tartışırken ben bazı fikirlerimi sundum, o da kendi fikirlerini söyledi ve ortaya böyle bir şey çıktı. Onun fikirlerini dinlemek çok güzeldi. Şahsen film çekmeye dair her şeyi çok seviyorum; yönetmeyi, ekiple çalışmayı, yazmayı... Aslında yazma kısmı berbat ama genel olarak her şeyi seviyorum. En çok sevdiğimse aktörlerle çalışmak. Bence iki çeşit yönetmen var: Birincisi her türlü detayı düşünür, aktörlere atacakları adıma kadar her şeyi detaylıca anlatır. Ben şahsen bu tip şeyler için çok tembelim. (gülüyor) Diğer türse sandalyeye oturup aktörü izleyen yönetmendir. O zaman da ortaya harika şeyler çıkıyor.”
Angelina Jolie de başroldeki küçük kızla çalışırken sette lego setleri, oyuncaklar tuttularını ve ona istediğini yapma fırsatı tanıdıklarını söylüyor. Jolie, daha oyuncu seçmeleri aşamasında bile Kamboçya'da bir sürü genç yetenek olduğunu fark ettiğini ve orada keşfedilecek daha çok şey olduğunu söylediğinde bir alkış daha kopuyor. Çekimlerde sürekli küçük kızı beklediklerini ve bir gün oturup onu izlediklerinde küçük kızın ağaca tırmanıp bir süre orada takıldığını söyleyen Jolie “İşler demek böyle yürüyecek.” diye düşünerek kızı rol kesmeye zorlamaya bir son verdiklerini söylüyor.
Almanya'da doğup büyüyen Fatih Akın “In the Fade”de Almanya'daki Neo Nazilere değiniyor ve aslında hayatı boyunca bu konuda bir şeyler yapmak istediğini söylüyor.
“Neo Nazi konusu ömrüm boyunca canımı sıktı. Hep Almanya'daki ırkçılıkla ilgili bir şeyler yazmak istedim. Bu konuda araştırma yaparken, kendimi eğlendirip dikkatimi dağıtmak için Kore yapımı intikam filmleri izlediğimi fark ettim. 'Chaser', 'Yellow Sea' gibi filmleri izledim, çizgi romanlar okudum. Bunlar da bir şekilde yazdığım şeyi etkiledi. Sonucu gördüğümde şunu düşündüm: Belki de dengeyi sağlamak için böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Benim için yazım aşamasında bu çok işe yaradı.”
Söyleşinin bundan sonraki kısmında bir seyirci, Angelina'ya Golden Globe'a katılıp katılmamakla ilgili tam olarak anlayamadığımız bir soru soruyor ve cevabını alıyor: “Bizim buna katılıp katılmamamız yaşanan olayları değiştirmeyecek.”
Söyleşi yavaş yavaş sona ererken bütün gözler, bu akşam yayınlanacak olan 75. Golden Globe ödül törenine dönüyor zira taciz skandallarının gölgesinde açılış konuşmasından siyah giymeye kadar birçok küçük protestonun planlandığı törene bir de Oprah Winfrey eklendiğinde nasıl bir cümbüş yaşanacağını hep beraber izleyeceğiz. Fatih Akın “In the Fade” ile En İyi Yabancı Film ödülünü kazandı, bence asın bayrakları gitsin.
Edit: Bu yazıyı yolladığımda henüz Golden Globe ödül töreni başlamamıştı ve ben, En İyi Yabancı Film kategorisinde tahminimi “The Square”den yana kullanıp yazının sonunda “Bakarsınız Fatih Akın bize yeni bir gurur yaşatır.” yazmıştım. Fatih Akın az önce yeni filmi “In the Fade” ile En İyi Yabancı Film ödülünü kazandı! Geçen sene “Mustang”in adaylığıyla yaşadığımız çoşkuyu bu sene Fatih Akın'la pekiştirmiş olduk. Haydi bakalım, Oscar'da da başarılar, yürü be Fatih!