İstanbullu Gelin: Sevgide denklik olur mu?

İstanbullu Gelin: Sevgide denklik olur mu?
Kürk Mantolu Madonna’da Sabahattin Ali, insanın en önemli ihtiyaçlarından birinin kendini özel hissetmek olduğunu söyler. Birini kendine yakın hissetmekten ziyade, birine yakın olduğunu hissetmek. Kendini önemli, değerli hissedersin... Varlığının bir anlamı varmış gibi gelir. O yüzden birini seversen ya da birinden ilgi görürsen onda kendini de görürsün.

Cevabı bulunamamış ve bulunması zor bir soru vardır. İnsan sevildiğinde mi kendini de sevmeyi öğrenir yoksa kendini sevdiğinde mi gerçekten başkasını da sevmeyi bilir?

Fikret annesinin sevgisi ve alakası için kendisini sürekli abisiyle kıyaslamış. Her zaman her şeyin çoğunu abisinin aldığını düşünüyor. Sözlerin, kararların, sevginin. Bu yüzden kendi bağımsız şirketini kurmak, eşiyle ayrı eve çıkmak hayalleri vardı. İlki hala var. Üstelik kendi ailesini zarara uğratma pahasına.

Belki bundan sonra böyle olmayacak ama bu güne kadar birinin onu sevmesi, ona kendini önemli hissettirmesi için hep bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Bebeğinin haberini koşa koşa “Torun geliyor!” diye annesine vermişti. İpek onu ilk kez gerçekten sevdiğinde, hemen öncesinde, ona büyük bir sürpriz yapmıştı. Sevilmek için bir şeyler vermek zorunda olduğunu düşünmek ya da birileri için bir şeyler yaptığında sevildiğini düşünmek, acı bir duygu. Daha kötüsü bu bir süre sonra insanın bilinçaltına yerleşiyor da olabilir: “Sevilmek, kendini özel hissetmek için bir şeyler yapmalısın”.

Geçtiğimiz hafta İpek’ten bahsederken Fikret’in çocukluğundan beri kendisine aşık olduğunu bildiğini ıskalamışım. İnsan kayıtsız şartsız onu seven birilerinin varlığını bildiğinde daha rahat at koşturabiliyor gönlünde. Daha kıymet bilmez oluyor. Hayatın garip bir ters orantısı var. Birine değer vermeye başladığında onun gözünden düşüyorsun mesela. İlgine alakana alışıyor ya da. Çok önemsediğin, olması için nelerden vazgeçtiğin şeyler gerçekleştiğinde o kadar da önemli olmadığını anlıyorsun. Birinden ya da bir şeyden ancak vazgeçtiğinde onun sana döndüğünü görürsün. Murphy ya da Sod. Bir şeyin ters gitme ihtimali varsa ters gider. Ve ne düşünüyorsan başına tersi gelir. O gün bir yere nasıl olsa yetişirim dediğinde geç kalırsın ya da tam da o zaten benden vazgeçemez dediğin an belki de o senden vazgeçmeye başlamıştır.
 
Geçen bölümde Fikret tüm bu kaosun içinde aslında ne kadar yorulduğunu kendisine gelen bir meyve tabağında gördü. Öylesine. Hiçbir şey yapmadan. Biri onun için bir şey yaptı. En azından o böyle olduğuna inandı. İlk defa biri ona dikkat edip onu özel kıldığı an belki de o güne kadar hiç böyle bir şey yaşamadığını fark etti. Zeynep Gönenli çok güzel anlatmış. İnsanın sevilmediğini ya da yeteri kadar ilgi görmediğini düşünmesi acı bir şey. Ne yazık ki etrafındaki insanlar da aksine yardımcı olmuyor. Hayatında koşulsuz sevgi olmadıkça ya da o buna inanmadıkça, aynı debdebenin içinde dönüp duracak. 


 
Fikret yüksek ihtimalle bugüne kadar sevildiğini hiç hissetmedi. Sevilmedi demiyorum. Annesi, babası, Faruk; ailesi sevmiştir elbet. Belki İpek bile. Fikret onun için güzel şeyler yaptığında “karşılık olarak” sevmiş olabilir. Ama ben sevildiğini hissetmekten bahsediyorum. Çünkü sana geçmeyen, senin bilmediğin şeylerin senin nazarınızda bir ederi yok. Bilmen, hissetmen lazım. Sevildiğini, değerli olduğunu bil. İşte tam burda yine aynı noktaya gelirsin. İnsan kendini sevmeyi nasıl öğrenir? Biri onu sevdiğinde mi yoksa o birini sevdiğinde mi? Fikret’in İpek’i severek değişmediğini gördük; belki biri onu koşulsuz sevdiğinde…
 
Fikret küçüklüğünden beri İpek’e aşık. Onu sevdi ama bu onu iyi bir adam yapmadı. Üstüne üstlük tüm geçmişine, abisiyle tüm didişmeleri ve annesinin otoritesine rağmen İpek, onun içinden gün yüzüne çıkmamış kötü bir adam çıkardı. Ailesinden yaşadıklarının intikamını almak için, “yayınla” diyecek kadar gaddarlaştı. Odayı değiştirmek, esas odayı almak, esas adam olmak; ailenin reisi olmak. Bunlar İpek’in ısrarları olmasa Fikret’i harekete geçirir miydi? Peki Fikret’İn içinde hiç olmasa İpek ne dese fark eder miydi? Osman mesela, hiç girer mi böyle ihtiraslara?
 
Öyleyse Fikret’in bu son zamanlardaki deli hali; bu yorulmuş, yıpranmış hali acaba tek başına bakmak zorunda kaldığı bir bebek ve kendinden geçmiş bir eş yüzünden mi? Acaba İpek’in bugüne kadar kendisini hiç sevmediğini ya da ona değer vermediğini içten içe hissediyor olabilir mi? Bunun eksikliği yüzünden olduğunu birçok şeyin. Anlamaya başlamış olabilir mi?
 
Önümüzdeki hafta kısa sayılamayacak bir süreliğine Ada’nın bakımını üstlenen Süreyya ve Faruk’la Fikret arasında büyük bir kavga çıkacak gibi. Müsebbibi Esma Boran. Ama bunu sadece İpek kendine gelsin ya da Süreyya acı çeksin diye mi yaptı yoksa torununu mu düşündü bilmiyorum. Belki de hepsi bir aradadır. Esma Sultan’da o potansiyel var. Ama bunun çok büyük sorunlar ve yeni yıkımlar çıkaracağı açık. Fikret her şeyin en iyisinin Faruk’un olduğunu düşünmeye devam ettiği sürece ondan intikam almaktan vazgeçmeyecek.

Bu neyin öfkesi? Annesi onları kayırıyor mu? Esma acaba oğullarını ayırıyor mu birbirinden? Öyleyse bile insan kendisine verilen sevgiyle yetinmeyip neden bir başkasınınkiyle ilgilenir bu kadar? Osman der mi mesela annesine, sen abimi daha çok seviyorsun diye? Demek ki herkes birbirinden farklı. Herkesin sevgisi, sevilmesi ayrı.
 
 
“Ben sana ne desem, onlar hep laf geliyor. Kendi evladında yaşayarak öğreneceksin demek ki…”
“Bu geceden sonra hala ayırım yok diyorsun öyle mi?”
 “Bak hala büyümemişsin.”
 
Savaşların olduğu gibi kavgaların da kazananı olmaz. Yazık ki insan da kötü tecrübeler yaşamadan büyüyüp hayatı anlayamaz. İlerleyen zamanlarda Fikret’in gönlünün başkalarına meyledip etmeyeceğini bilinmez. Ama hala böyle hissetmesine sebep olan, kendini sürekli mağdur görmesini sağlayan meseleleri aşmadıkça büyüyemeyecek. Faruk’la arasında kavgalar, savaşlar dinmeyecek. Neticesinde kazanan olmayacak, sadece herkes biraz daha büyümüş olacak. 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER