Bir dönem gencimizi yaşlımızı
meraktan deliye çeviren “Lost” dizisinin başındaki isim, yazar
ve yapımcı Damon Lindelof, yakın zamanda Los Angeles'ın en eski
sinemalarından The Ebell'da düzenlenen Drama Summit West 2017'ye katıldı
ve LA Times gazetecilerinden Libby Hill'in moderatörlüğünde
gerçekleştirilen sohbette, kâh HBO'da yayınlanan dizisi “The
Leftovers”dan, kâh şanlı “Lost” günlerinden bahsederek,
başarılı kariyeriyle, etkinliğe katılan ve birçoğu film alıp
dağıtarak hayatını kazanan “masa başı” sektör
çalışanlarını derinden etkiledi!
Tom Perrota'nın
yazdığı aynı isimli romandan uyarlanan ve Nisan 2017 itibarıyla,
üçüncü ve son sezonuna giren "The Leftovers”, dünya nüfusunun
%2'sinin bir anda yeryüzünden kaybolmasını anlatan karanlık bir
dram. Diziden söz açıldığında, yazarın ölüm ve yas
konularına düşkünlüğünü, bu konuda yeterince dizi/film
olmamasından yakındığında anlıyoruz. Lindelof bu konuda “Belirsizliğe
bayılırım. Bence ekranlarda ölüm ve yas gibi konuları inceleyen
çok fazla eser yok. Şahsen bu konulara çok kafa yoruyorum. Şu
anda 44 yaşındayım ve size bir sır vereyim: Birgün bu odadaki herkes ölecek. Bu konuyla alakalı varoluşsal
soruları kafama çok takıyorum ve bu tip bir hikaye anlatıcılığını
da seviyorum.” diyor.
Yazar Tom
Perrota'yla olan işbirliğinden bahsederken, romanı okuduktan sonra
yazarla tanışıp, onu projeye katılması için zorladığını
anlatan Lindelof, bu sayede dizinin çok daha iyi olduğunu zira o
dünyayı yaratan kişinin bakış açısına ihtiyaç duyduklarını
belirtiyor.
“Bu tip
işbirlikleri, beni bazı alışkanlıklarımı bırakmaya ve
hikayeye yeni bir açıdan bakmaya zorluyor. O yüzden de Perrota'nın
projeye dahil olması benim için çok önemliydi. Boston'da yaşayan
yazara, Los Angeles'a gelmeden de bize yardım edebileceğini
söyledim. 'Lost' sayesinde altı yıl boyunca dizilerde yazarlar
odasını yönetmeyi öğrendim ama Perrota'nın beynine, yaratıcı
gücüne ve hikaye anlatıcılığındaki uzmanlığına ihtiyacım
vardı. Bunu aynen bu şekilde ona söylediğimde işi kabul etti,
dizinin ilk bölümünü birlikte yazdık ve ortaya 'The Leftovers'
çıktı.”
Lindelof, “Lost”
dizisindeki tecrübesinden söz açıldığında, J.J. Abrams'la
tanıştığında fikri birlikte geliştirdiklerini ve ünlü
yönetmenin ilk bölümü yönetmesinin akabinde, film yapmayı
tercih ederek her şeyi kendisine bıraktığını, haliyle de
paniklediğini anlatıyor.
“30 yaşındaydım,
bu konuda hiç tecrübem yoktu ve bir anda milyon dolarlık şirketin başına geçerek, diziyi tek başına çekip çevirmem
gerektiğini öğrendim. Aylarca, Los Angeles - Hawaii arasında
mekik dokudum. Sürekli birilerini işe alıp, seti kontrol
ediyordum. Bir yandan da yazar olarak görevime devam ediyordum: Her
sekiz günde, 55 sayfalık materyal çıkarmamız gerekiyordu.
İktisat fakültesi tecrübem var, temel matematik bilgisine de
sahibim ama kocaman bir dosya halinde önüme gelen dizi bütçesine
bakmak bambaşka bir şeydi. O yüzden altı yıl boyunca, bir diziyi
çekip çevirmek konusunda bildiğim her şeyi orada öğrendim.”

Bu noktada
moderatör, yazarlar odasında bulunmanın nasıl bir tecrübe
olduğunu ve hangi çılgın fikirleri ekrana taşımaya nasıl karar
verdiklerini sorup, ağzında bir şeyler gevelerken pat diye The Leftovers hakkında asıl
merak ettiği şeyi soruyor: Aslanlı toplu seks partisi fikri nasıl
çıktı allasen?
Lindelof gülerek
uzun uzun açıklamaya girişiyor: “Dizide, hala
Tanrı'ya inanan rahip karakter, Tazmanya'dan Melbourne'e giden bir
gemiye biniyor. O gemide de, aslana tapan bir grup var ve bölüm
boyunca sürekli seks yapıyorlar. Tabii olayın buraya nasıl
geldiğini merak ediyorsunuzdur. Dizideki Tanrı'nın, olan bitenden
dolayı kötü biri olması ve ölmesi gerektiğini düşündük
çünkü kötülerin başına bu gelir, değil mi? Buna karar
verdiğimizde, harıl harıl Tanrı'yı nasıl öldüreceğimizi
düşünmeye başladık ve yazarlar odasında her kafadan bir ses
çıktı. Yazarlardan biri, 'Bence Tanrı'yı bir aslan yemeli.' dedi
ve bu nedense herkesin pek hoşuna gitti. Peki, o zaman gemide
aslanın işi ne? Bütün yazarlar evlerine gidip fikir geliştirdiler
ve geldiklerinde, sirk gibi beylik sebepler yerine şuna karar
verdik: Gemide herkes bir şekilde seks yapmalı, çünkü HBO'dayız,
neden olmasın? Ayrıca bunu dine bağlamak da kolay olacaktı.
Herkesin aslana taptığı ve sürekli seks yaptığı bir ortam
düşünün! Bunlara karar verdikten sonra, kelimenin tam anlamıyla
'seks aslanı' kelimesini google'a yazdım ve 1970'lerde çekilen,
Fraiser adında bir aslanı konu edinen bir filmi buldum. Film,
sürekli diğer aslanları hamile bırakan, yaşlı ve cinsel açıdan
son derece aktif bir aslanı konu ediniyordu ve biz de gemideki
aslanın, Frasier'ın soyundan gelmesi gerektiğine karar verdik.
Yani o insanlar, aslanı daha fazla seks yapmak için bahane olarak
kullanıyorlardı. İşte aslanlı toplu seks sahnesi böyle ortaya
çıktı.”
Çok fazla
televizyon izleyen Lindelof'un hangi dizileri takip ettiğini merak
ediyorsanız, bunların birkaçı; Fargo, The Americans, American
Gods, Master of None, I Love Dick ve Netflix'te bulabileceğiniz
Norveç'te geçen “Occupy.” Geçen pazar günü
Showtime'da yayınlanmaya başlayan yeni nesil “Twin Peaks”in,
zamanında ilk izlediği ve en sevdiği dizi olduğunu belirten
yazar, bazen “The Leftovers”ı izleyenlerin yanına gelip,
“Dizinize bayılıyoruz ama ne hakkında olduğunu hala çözemedik.”
dediklerinde buna içten içe sevindiğini zira kendisinin “Twin
Peaks”le ilgili hissayatının da tam olarak böyle olduğunu
söylüyor.
ABC'de “Lost”
dizisini yaparken bir sezonda 25 bölüm çekmeye alışan ama HBO
modelinde sezonda sadece 8-10 bölüme odaklanan yazar, bu ikisi
arasında büyük fark olduğunu söylüyor.
"10 ayda 25 bölüm
çektiğinizde, konuyu iyice yayıyorsunuz ve bu dinamiği
durduramıyorsunuz. Hikaye sürekli gelişmeye devam ediyor. Sekiz,
on bölüm çektiğinizdeyse, şunu yaparsak hangi noktada
toparlarız, konu nereye gider diye düşünüp duruyorsunuz. HBO
modeli, sezonda sekiz-on bölüm fikrini, standart televizyon
kanalı modeline tercih ettiğimi söylemeliyim.”

Film izlemeye
bayılan ama film senaryosu yazma konusunda iyi olmadığını
düşünen yazar, iki saatte karakterleri tanıtıp, hikayeye giriş
yapıp, sonra da onu bağlamak zorunda olma hissinin kendisini pek
açmadığını belirtiyor. Tek başına film senaryosu yazmak
yerine, televizyon dizilerindeki işbirliğinden çok daha fazla
hoşlandığını söyleyen yazar, film senaryosu yazmanın daha
depresif ve tuhaf olduğunu düşünüyor. Katılmamak elde değil! Hazır bu konuya
girmişken, şahsen bütün yazarlara sorduğum ve en merak ettiğim
bölüme geliyoruz: Yazma süreci. Dizilerde büyük bir yazar grubu
olduğundan, her sezondan önce tüm yazarlar bir odaya doluşur ve
günlerce, konulara, karakterlerin seyrine ve genel olarak bölüm
bölüm hikayeye karar verip, akabinde yazmaya girişirler. Ne var
ki, her dizide süreç farklı, her baş yazarın çalışma şekli,
diğer yazarlarla iletişimi değişik olduğundan, Lindelof kendi
süreçlerini söyle açıklıyor:
“Senaryoyu yazma
sürecinin büyük kısmı yazarlar odasında oluyor. Odada kocaman
beyaz tahtalarımız var, onlara fikirleri hatta bazen diyalogları
da yazıyoruz. Yazarlar fikirlerini sunuyorlar ve sezon başlamadan
tahtalar tamamen doluyor. Bu süreçten sonra da eve gidip diziyi
yazıyorum. Açıkçası o noktada olay sıfırdan yazmaktan ziyade
varolan notları kağıda geçirmeye benziyor çünkü her şey
kafamda o kadar net, o kadar belirgin oluyor ki, geriye sadece oturup
yazmak kalıyor.”
New York'ta
çekimlerine
başlanan “The Leftovers”ın ilk sezonunun tamamen kitaba bağlı
şekilde ilerlediğini belirten Lindelof, sezon bittikten sonra biraz
boşluğa düştüklerini itiraf ediyor. Karakterlerin çok bıkkın
ve mutsuz olduğu bu noktada ne yapacaklarını düşünürken,
insanları alıştıkları yerden başka bir yere taşıma fikrinin
akıllarına geldiğini ve bu nedenle, ikinci sezona Teksas'ta
başladıklarını anlatan yazar, tam herkes Teksas'a alışmışken,
hızlarını alamayıp ekibi bu sefer de Avustralya'ya taşımaya
karar verdiklerini ve bu sayede, her sezon sette yepyeni bir ekiple
çalışmaya alıştıklarını söylüyor.
“HBO bu taşınma
fikrini çok destekledi, hatta bizden fazla heyecanlandı. Buna karar
verdikten sonra bir de ekibi ikna etmemiz gerekti. Teksas
için, 'Bakın, Austin'de süper bir müzik
dünyası var, kesin çok seversiniz.' dedik. İkinci sezonun sonunda
Avustralya dediğimizde de, 'Avustralya kelimesi Austin'e benzemiyor
mu? Hem size de değişiklik olur.' gibi yaratıcı şekillerde
oyuncuları ve ana ekibi bir kez daha ikna etmemiz gerekti ama bence
çok da iyi oldu çünkü diziye yeni bir dinamik geldi.”
Yazarlar Amerika'da
son sezonu yazarken, bir ekip de Avustralya'da dolanıp, çekim
yapılacak yerleri belirlemeye çalışıyormuş. Kendilerine sürekli
fotoğraf gönderen ekip sayesinde, yazarlar da lokasyon anlamında
neyi nasıl yazacaklarını belirleyebilmişler. Söyleşinin
sonlarına doğru, senaryo yazarken, öncelikle kendisi için yazmayı
sevdiğini ve ortaya çıkan eseri izlemeyi düşünürse, diğer
insanların da bunu seveceğini umduğunu söyleyen Lindelof,
anlatacaklarını televizyon dizisi formatında yansıtmaktan son
derece memnun olduğunu ve bu sayede, izleyiciyle farklı bir
samimiyet yakaladığını belirterek sözlerine son verirken,
saatlerdir üst üste birkaç söyleşiye katılan izleyiciler de can
havliyle öğle yemeğine koşuyorlar.
Sektörün önde
gelen isimlerinin katıldığı ve televizyon dünyası hakkında
kaliteli gıybete gark olduğumuz Drama Summit West'le ilgili
haberler devam edecek, hepsi öğle yemeğinden sonra!