Ben incecik bir yazıydım, sana döküldüm,
Sana yazıldım. Katlandığında kendine sen,
Ben içinde kaldım,
Bir papatya kurusu gibi dilsizim işte.*
Öyle acılara
battık ki son bölüm, nasıl başlasam hüzün kokacak. Bu hikâye en başından mutlu
bir hikâye değildi zaten, imkânsızlıklarla yoğrulmuştu, düşmanlıkla
harmanlanmıştı, her daim mücadeleye gebeydi ancak hep bir umut taşıyordu
içinde. Hayata ve herkese karşı bir direnişti onların yaşadığı, çokça da
kendilerine karşı. Bir anlık gaflet
değildi düşüşleri sevdaya, yavaş yavaş yenilişti, sindire sindire. Engel çoktu,
gitgide de çoğalacaktı ve hepsine razıydık. Tek bir tanesi dışında.
Ne güzel
başlamıştı her şey, vurduğu bedeni nazikçe ve utanarak saran Hilal ile. Bir
zamanlar Yunan bir Teğmen’den bir Symrna hikâyesi dinlemişti, yapmak istemediği
bir pansuman esnasında. İlk tohumları ekilmişti o efsane ile yüreklerine bu
sevdanın. Üzerinden çok zaman geçti, düşmandan sonsuz bir cesaret aktı
içlerine, sonsuz bir aşkla dans etti içlerinde.
Bu sefer ise
istiyordu; hafif, belli belirsiz bir gülümseme ile kabul etmişti pansuman
yapmayı ve bu kez kendi hikâyelerini dinliyordu sessiz sessiz. Gözlerini ayırmadan
onu izleyen, ağzından çıkacak tek kelimeyi bekleyen yaralı bir Teğmen vardı.
Utanan ve Teğmen’in yüzüne bakamayan, sadece kaçamak bakışlar atan bir de
hemşire. Yutkunuyordu Hilal sargı bezini sararken onun bedenine, yakınlık
nefesini kesiyordu.
"Konuşmanız
için illa baygın olmam mı gerekiyor küçük hanım." diyerek sesini duymak
istiyordu Leon, daha önce kenetlenen ellerinin içine doldurduğu umut ile. Hiç
düşünmeden koluna sarılan, ellerini tutan, dokunmak ve daha yakın olmak için
her fırsatı kollayan Leon, yüzüne baksın istiyordu sevdiği. Gözlerinin içine
baksın. Ne kadar inanabilirdi ki "Yaranıza bakmak için buradayım."
diyen Hilal'e, yara çok derinlerdeydi. "O vakit yanlış yere
bakıyorsunuz." diyerek yarasının tarifini ulaştırdı ellerine sevdiğinin. Hiç
gülümsemediği kadar çok gülümsedi Leon.
Muhattabı gün
gelecek bilecek demiştik, o gün gelmişti. Ona yazılmış bir mektup, derin bir
yaranın ve şimdiye kadar dile getirilmemiş bir aşkın tarifiydi. Her
hareketinden şimdiye kadar âşık olduğunu belli eden Teğmen sonunda mektubuna
döktüğü sözcüklerle de ifade etmişti duygularını, yüzüne bakarak
söyleyemeyeceği duygularını.
O kendine hem
bayrak hem vatan yaptığı beyaz tenli, MAVİ gözlü kız da artık ortak olacaktı.
"Leon, ben
seni vurdum." Dediğinde sessizce kafasını sallayan ve kendi canını bu
aşkın önünde tutmadığını gösteren Leon'a şaşırıyordu Hilal, böyle sevebilir
miydi gerçekten, onu vurana yarasını nasıl açabilirdi tereddüt etmeden? Açardı
işte, defalarca onu ipten kurtardığı gibi, tek gayesini onu hayatta tutmak
yaptığı gibi, mağlup olduğu gibi açardı. Öyle çok seviyordu çünkü, öyle güzel.
İkisinin arasında biriken sırlara bir yenisi
daha eklendi böylece. Önce kaçırdıkları asker Andreas, sonra Halit İkbal ve
şimdi Leon'un içinde büyüttüğü yara.
Hilal de kayboldu,
kendine yazılmış satırların arasında. Yine de bu halinin sonsuza kadar
sürmesini temenni ediyordu. Çaresiz kalmıştı, kalemi ilk kez aşk karşısında
yenik düşmüş, lal olmuş ve hislerini anlatacak doğru kelimeleri bulamıyordu.
Yine de yeterdi Leon’a karşılık bulduğunu görmek o satırları okusaydı eğer. Bir
türlü sahibine ulaşamayan mektuplardan biri oldu, yazıldı, hissedildi lakin
gidip doğru adresi bulmadı, buldurmadılar. Yaş oldu Hilal’in gözünde,
buruşturulup atılmak zorunda bırakıldı. Hilal çaresiz bir âşık olmaktan çıktı
ve yine Halit İkbal kimliğine büründü, acısını da, gözyaşını da Halit İkbal
kimliği ile haykırdı tüm şehre. O ki bir milleti uyandırmaya gönül vermiş
kalem, hüzünlü bir selam yolladı sevdiğine, suçsuz, günahsız sevdiğine.
Ne güzeldir
gururlanmak sevdiğinle, onu bir başkasının ağından güzel cümlelerle duymak.
Öyle gülümsetti yaralı teğmeni, "Bekleyenim var diyelim." diyen ve en
güzel gülümsemelerinin, en büyük korkularının sahibini umutla, aşkla ve umarsız
bir inatla bekleyen, vurulsa da kırılsa da vazgeçmeyen Teğmen’i. Heyecanla,
umutla aldı yazıyı eline, Halit İkbal adıyla Hilal’di ona seslenen. Ne çok, ne
çok bekleyiş biriktirdi içinde.
“Sen ey o kara
gemilerle İzmir’e gelen!” gönlüme de geldin diyemedi de “Sen zavallı bir âşık,
ben vatanı için bir deli. Boş bir hayale hiç kapılma efendi!” dedi Hilal. Yıktı,
viran eyledi. Belki de en çok bu yaraladı Leon’u, o umutla bekleyişinin boş bir
hayale kapılmak olarak nitelendirilmesi. Yüzünün her zerresine yayıldı
mutsuzluk, yine geldi oturdu oraya. Yine de vazgeçmeyecek eminiz, çünkü Leon’a
en çok umut etmek yakışıyor. “Koşarsın koşarsın da varamazsın hani, içindeki umut,
varamadığın kadar büyür.” demiş Hasan Ali Toptaş, koşan ve bir türlü varamayan
Teğmen’in içini özetlercesine. Belki sonra anladı Leon, Hilal’in neden böyle
yazdığını. O evlilik meselesi elbet onun da kulağına gitti diye düşündü. Bütün
bu yanlış anlamaların ve reddedilişin içinde aslında suçsuzdu ve çaresizdi
Leon, annesinin, babasının ve Hilal’in karşısında çaresizdi. Veronika ve
Vasili, çağ atlatacak saçmalıklar yaptılar bu bölüm. Kimse Leon’un dediğini
duymadı, onu dinlemedi ve ciddiye almadı. Çırpındı resmen istemiyorum bu
evliliği diye lakin söyleyemedi bir başkasını sevdiğini, bir sözü vardı nitekim
Hilal’e. O yazdığı her neyse aralarında kalacaktı. Çıkıp haykıramazdı şimdi
“Ben Hilal’i seviyorum diye.” Ancak gelecek bölümde sesi daha gür çıkar ve bu
işe noktayı koyar artık diye umuyoruz.
Hilal ve Leon’a
veda edip son zamanlarda olduğu gibi yine genele özel birkaç kelam etmek
istiyorum. Bir olay örgüsü yaratmak, karakterleri bu olay örgüsü içerisinde
doğru yerlere oturtup aynı zamanda onları geliştirmek ve heyecanı her zaman
yüksek tutmak çok zor biliyoruz. Bu nedenle, kaliteli eserler yaratmak öyle
herkese nasip olmuyor. Şimdiye kadar Vatanım
Sensin’de izlediğimiz ustalıkla yapılan
hamleler, olaylar son birkaç bölümdür şaşkınlık yaratacak şekilde keskin bir
düşüş gösteriyor. Olaylar ve karakterler ikili olarak birbirlerine hizmet
edecekken, karakterlerin evriminden ziyade tutarsızlaşmalarını izliyoruz. Oysa
kötüye ya da iyiye evrilirken yaşanan tecrübeleri, duygu geçişlerini, diğer
karakterlerle olan iletişimi görsek, daha derinlere inip onları hem daha iyi tanıyıp
hem de anlayabilsek ortaya muazzam bölümler çıkabilir. Mesela Yüzbaşı Yakup,
bir vatansever oluşundan başka hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Bir karakter
sadece vatansever kimliğiyle var olamaz, onun da bir geçmişi, endişeleri,
yaşanmışlıkları vardır elbet. Dert dinlerken birkaç kelam da o etse fena mı
olur?
Bir diğer nokta
ise dizide aksiyon, mücadele, aşk ve kötülük bolca varken, ne yazık ki dostluk
kavramı yok (Eğer ben göremiyorsam düzeltin). Üzerinde hiç durulmuyor, herkes
acısını içinde yaşıyor, kimseyle paylaşmıyor (Cevdet-Yakup, Azize-Hasibe Ana
ikilileri farklı) ve seyirci diyalog olmayınca karakterlerin duygularını sadece
ifadelerinden anlamak zorunda kalıyor. Bakışlarıyla, mimikleriyle bunu çok
güzel yansıtan bir kadro var doğru, lakin insanın dertleşeceği birileri hiç mi
olmaz diye sordurtuyor bizlere. Bu noktada ki eksiklik bir an önce giderilmeli
bence.
Son olarak, hikâyeyi
olmadık bir yere yönlendirmek için girilen çaba, iki bölümdür karakter
bütünlüğünü bozuyor. Her insan çelişkili hareketler yapabilir evet, lakin bu
kadar keskin ve mantık dışı bir şekilde değil. Yeniden toparlanmaları ve
kendilerine gelmeleri gerek. Birçok insan bunu yazıp çizdi, neredeyse bütün
platformlarda dile getirdiği için uzatmayacağım.
En kısa sürede
o eskiden bayılarak izlediğimiz bölümlerin yenilerini görmek umudu ile…
*Birhan Keskin
Fotoğraf Twitter’dan alıntıdır.