İstanbul Kırmızısı: Sana çok uzaklardan baktım ey Yedi Tepeli yâr!

İstanbul Kırmızısı: Sana çok uzaklardan baktım ey Yedi Tepeli yâr!
Altı yıl önce Tempo Dergisi’nde çalışmaya başladığımda aklımda tek bir hayal vardı: Ferzan Özpetek’le tanışmak. Yarattığı dünyalarda ölüme bile nefes, ruh veren, başlangıç ve bitişlerden büyüleyici bir sarmal yaratan, geniş yemek sofralarına milyonları davet eden ve belki tek bir replik, belki de bir şarkıyla saklamam için bana her filminde minik bir hazine sunan bu adamla, hatta yazı yazmaya teşvik eden bu adamla tanışmak. Yelkenin yol almasını sağlayan ve ona rehberlik eden rüzgâr var ya; işte benim kalem oynatmamda varlığını gösteren o rüzgâr Ferzan Özpetek olmuştur.

İlk yazım da Ferzan Özpetek filmleri ve müzikleri üzerineydi. Ve aradan birkaç yıl geçtikten sonra Ferzan Özpetek’le iki kere röportaj yapma şansı yakaladım. Ancak mesafeler, bu röportajların elektronik ortamda ve telefon yoluyla olmasına yol açtı. İkinci röportajda, “Sizden bir söz rica ediyorum. Üçüncü röportaj artık yüz yüze olacak.” demiştim. O da kabul etmişti. Ancak iyi ki o röportaj, ‘İstanbul Kırmızısı’na denk gelmedi. Çünkü “Sette espresso yapıp dağıtan o kişi olabilirim.” dediğim Özpetek’in ‘İstanbul Kırmızısı’, benim için eğer öyle bir ton varsa hayal kırıklığının kırmızısı oldu.


 
Bir karmaşanın anatomisi
 
Ferzan Özpetek’in yazdığı ‘İstanbul Kırmızısı’ romanı, merkezine aşkı alıyor ve şu soruyu soruyor: “İnsan iki şeyi aynı anda sevebilir mi? İki insanı, iki şehri, iki ülkeyi?”. Ferzan Özpetek’in hayatından kesitler sunan roman, bu soruyu oldukça açık ve net şekilde cevaplıyor: “Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir.” Beyazperdeye yansıyan ‘İstanbul Kırmızısı’ ise ünlü yönetmen Deniz’in şu sözleriyle açılıyor: “Geçmişe kafayı takan, bugünü ıskalar.” Deniz, bu sözleri onun kitabının editörlüğünü yapmak üzere yıllar sonra İstanbul’a gelen yazar Orhan’a söylüyor. Londra’da yaşayan Orhan, Deniz’in rehberliği eşliğinde hem İstanbul’da gezmeye hem de kitabında geçen karakterlerle tanışmaya başlıyor. Deniz’in kaybolmasıyla birlikte Orhan da yıllar önce kaybettiği duyguları, bu gizemli yönetmenin karakterleri ve de İstanbul aracılığıyla keşfe çıkıyor. Tabii bu duygulardan en baskın olanı da aşk oluyor.

Bir yazar için en zor şey o meşhur ilk cümledir. Başlangıç cümlesi yazılana kadar türlü badireler atlatılır. Onlarca söz yazılır ve hepsine “en iyisi bu oldu” gözüyle bakılır. Ancak hepsi silinir ve en sonunda geriye sadece biri kalır. ‘İstanbul Kırmızısı’nda, o geriye kalan asıl söze kadar yazılan cümleler silinmemiş ve tabiri caizse derdini anlatmaktan uzak bir karmaşa doğmuş. Olaylar ve hikâyenin kurgusu ne reel ne de sürreel. Hiçbir yere anlık da olsa demir atamıyorsunuz. Oradan oraya savruluyorsunuz. Kitapta Kalamış’ı bile bir farklı anlatan hatta Karaköy-Kadıköy vapur yolculuğunu bile kısa film tadında anlatan Özpetek, İstanbul’u filmde ağırlıklı olarak Boğaz manzarasıyla özetlemiş. Sofyalı Sokak tabelasındaki kırmızıya vurgu yaptığı o tek bir anla sanki ‘İstanbul Kırmızısı’nın adı anlam kazanmış.

Özpetek’in geçmişteki anılarından gelen ve bugün son demlerini yaşayan İstanbul ise bizim gördüğümüzden oldukça uzakta. Özpetek sinemasının alametifarikası sıcak aile sofraları, ‘İstanbul Kırmızısı’nda yerini sürreel bir burjuvaziye bırakmış. Ancak repliklerin çoğunluğunun yüzeyselliği nedeniyle o burjuvazi de kendi yıkımını gerçekleştirmiş. Filmde değinilen Kürt Sorunu ve Cumartesi Anneleri ise her bir detayı incelikle işleyip onu başrollerden birine dönüştüren Ferzan Özpetek sinemasında anlamsız fon detayları olarak kalmış.

Özpetek, ‘İstanbul Kırmızısı’nda bu Yedi Tepe’ye duyduğu özlemin, aşkın yoğunluğuyla ve de heyecanıyla ona maalesef uzaktan bakabilmiş. Ve ortaya da kurgusal gerçeklik bile denilemeyecek bir hikâye örgüsü çıkmış.


 
Ayten Gökçer ve İpek Bilgin sürprizi
 
İstanbul’da baharın kıştan rol çaldığı bugünde bir Ferzan Özpetek filmi sinema salonunu tamamen doldurduysa bunun nedeni de ‘İstanbul Kırmızısı’nda karşımıza Şampiyonlar Ligi kıvamında bir oyuncu kadrosunun çıkmasıdır. Filmin galasındaki manzara da keza aynı olguyu doğrular nitelikteydi. Daha önce belki de hiç Ferzan Özpetek filmi izlememiş ya da sadece tek bir tane izlemiş bir kitlenin, sinema salonlarını hınca hınç bu denli doldurmuş olmasına sevinsem mi, üzülsem mi bilemedim. Ancak şunu söylemeliyim ki maalesef ‘İstanbul Kırmızısı’, oyunculuklar açısından da hayal kırıklığı yaratıyor. Tuba Büyüküstün, özellikle zarafet açısından kitapta betimlenen Neval karakteri için nokta atışı olmuş. Ancak repliklerin yüzeyselliği ve hikâye örgüsünün karmaşası nedeniyle Halit Ergenç ve Tuba Büyüküstün başta olmak üzere oyuncu kadrosundaki herkes oldukça motomot oynamışlar. Nejat İşler’den Mehmet Günsür’e, Reha Özcan’dan Serra Yılmaz’a, oyunculuklarını izlemekten son derece keyif aldığım isimler, başta replikler olmak üzere derdini anlatamayan hikâye örgüsü içinde yollarını kaybetmişler ve izleyiciye duygu aktarmaktan da uzaklaşmışlar. Filmin oyunculuk anlamında tırnak açılası kısmı, Deniz karakterinin annesi rolünde izlediğimiz Çiğdem Selışık Onat, Zerrin Tekindor ve kesinlikle ‘İstanbul Kırmızısı’nın en renkli sürprizleri olan İpek Bilgin ile Ayten Gökçer olmuş.



Kıssadan hisse, bir Ferzan Özpetek hayranı olarak ‘İstanbul Kırmızısı’, bana hayatımda bugüne kadar en zorlandığım yazılarımdan birini yazdırdı. Çünkü ‘İstanbul Kırmızısı’, benim için görsellik açısından görüntü yönetmeni Gian Filippo Corticelli’nin her biri tablo kıvamındaki görüntüleri dışında ki kendisine şapka çıkarmak lâzım, bir hayal kırıklığı oldu. Onca yorum arasında es kaza Ferzan Özpetek, bu yazımı okursa belki de o üçüncü röportajı yüz yüze yapma şansını kaybedeceğim. Ancak böyle bir şey olursa bir tek şunu söyleyebilirim; Özpetek’in hayatında aşk, hep cesaretle birlikte var oldu, onunla nefes aldı. Ben de âşık olduğum bir sinemanın, Ferzan Özpetek sinemasının bir kesitini bu cesaretle yorumladım. O nedenle dediğim gibi es kaza bu yazıyı okursa, kendisinin affına sığınacağım. Bir de son olarak ‘İstanbul Kırmızısı’nı narsistik açıdan yorumlamam gerekirse de, Özpetek’in bir sonraki filmi muhtemelen yine İtalyanca olacak ve sinema salonları daha az dolacak. Yazı yazmama vesile olan o gizli hazine de yine benim gözümde ve de kalbimde bana özel olacak.

 





BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER