Poyraz Karayel: Bir deli, bir ölü, bir de daktilo…

Poyraz Karayel: Bir deli, bir ölü, bir de daktilo…
Daktilo olmak ne büyük ağırlıktı kim bilir? Binlerce keder, hüzün belirli parmaklarla iteklenmiş, düşünsenize. Yılların yorgunluğunu, yosunlaşmış duygu düğümlerini hesaba katmıyorum bile. Peki, parmakların suçu yok mu? Var efendim. Kesit alanı küçük olan cisimlerin basıncının büyük olduğunu bilmek parmaklara daha büyük sorumluluk yüklüyor. Vücuttaki bütün serbest radikal duyguları büyük bir basınçla dışarı savuruyor parmaklar. Gerektiğinde üç harfli kocaman bir vuruşla, bütün çaresizlikle dolan haykırışları serbest bırakabiliyorlar.

Daktilo dedim değil mi? Sesleri kulaklarıma doluyor. Yetmedi bir de karanlıkta, mum ışığında izbe bir odada yazanlar… Yazmak diyorum ama eş anlamı ağlamak. Ağlıyor yazarlar. Gözyaşları her bir harfle dans edip kelimelerin koreografisiyle cümlelere bağlanıyor. Cümleler ise Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya açılan kapılar emsali kollarını açmış bütün hüzne. Hüzün ki onlara en çok yakışan… Evet, daktilo dedim. Sonra elinize bir daktilo geçer. Siz o bütün hüznü, yaşanmış çaresizlikleri alırsınız kendi çaresizliklerinizle yontarsınız. Artık devir yeni acıların devridir. Eskinin yükünü hissetmek yenilerine de yer açar başka bir deyişle. Hatta belki de mutsuzluğunuz çoğalır, arkadaşlarını da getirir. Mutsuzluklar kadar değerlidir o daktilo artık. İleride dolardan bile daha çok değerlenebilir. Neyse. Daktilo önemli diyorum. Ama daha da önemli bir şey var; daktilonun başına oturan “biçare”, yani Poyrazcım Karayel.

Duvara Karşı filminde aklıma kazınan ve izi hep orada duran bir replik vardır: “Hayatına son vermek istiyorsan bunun için ölmene gerek yok.”. Yazan kişi ileri görüşlükte çığır açıp Poyraz’ı da mı hesaba kattı diye düşünüyorum. Poyraz bu türün başı çekeni adeta. Acılarına gerekli yatırımı yapsaydı boğaza karşı bir yalı alabilirdi belki de. Ya da en kötü ihtimalle hastanedeki odası denize bakardı. Ölmedi ama hayatına bir son verdi. Aklının iplerini saldı, onu sonsuzluğa uğurladı. Ne büyük lüks bu yaptığın Poyrazcım Karayel. Daktilonun sesleri hala kulağımdayken bile kıskanıyorum. Bu kadar güzel delirdiğin için teşekkür ederim.

İnsanın başına Ayşegül gelmesi… Peki ya insanın başından Ayşegül gitmesi? Bakın söylerken ciğerim titredi. Hani daktiloda -evet yine daktiloya döndüm- yanlış bir harfe basarsın ve bir kalma gelir ya insana, heh işte Poyraz da öyle kalakaldı. O Ayşegüller mavi bisikletlere binip gittiler. Kalan Poyrazlar da minicik aklını yitirdiler. Bu kirlenmiş dünya, aklı paslanmış Poyraz’a bir Ayşegül’ü çok gördü. Evet, anahtar kelimelerimiz kir ve pas.

Günlerdir gözüme bir “deli” beliriyor. Daktilo başında bir deli. Kafasını sağa çeviriyor. “Taksideki kadın”... Yok, albayım vallahi unutamıyorum. Bir deliyle bir ölünün bakışlarının birbirine değdiği o anı unutamıyorum. O çaresizlik alıyor beni, binbir acıyla harmanlanmış fokur fokur kaynayan kazana atıyor. Oysa bir göz teması ne kadar da gerçekmiş. Oysa bir çaresizlik ne kadar bedeni bulan bir duyguymuş… Sonra o “deli”, bakışlarını daktiloya çeviriyor. Parmakları hareketleniyor. Tak tak tak. Bütün bu duygu karmaşası parmaklardan bir son buluyor. Daktilonun yükü çok ağır demiştim. Şimdiyse dünyanın bütün yükünü sırtlıyor. Ağır nem yüklenmiş; gri, omuzları çökmüş bulutlardan farkı yok.

Ve son vuruş.

“Tarih yalnızca mutsuzları yazar.” SON.

Ve tarih O’nu yazdı. Mafyacılıktan bozma, emniyetten atılma, gelmiş geçmiş en güzel Disconnectus Erectus… Poyraz Karayel. Bazen kazandı, bazen kaybetti ve en sonunda mutlaka kaybetti.

Selim, Turgut, Metin, Hikmet, Süleyman Kargı… Size sesleniyorum: İyi bakın Poyrazcım Karayel’e. Size emanet!

Hoşça kalın.



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER