Haftanın gündemi “Tarih yalnızca
mutsuzları yazar.”
HülKer’de tarih yazacaksa -
içinizden “Ağzından yel alsın!” cümlesini geçirdiğinizi hissedebiliyorum-,
kendimizi hazırlamamız lazım. Aman Mahinur Hanımcığım aklınızda varsa böyle bir
final ne olur yavaş yavaş alıştırın biz izleyicileri; damar yolunu bebek
iğnesiyle açın, damla damla verin acıyı, ayrılığı… Alıştıra alıştıra… Zamana
yayıverin ki şiddeti yıkıcı olmasın.
Gündeme uygun olarak “Kavuşamayanların
aşkıdır gerçek aşk...” diyorsak eğer ve hikayemiz de bu şekilde
sonlanacaksa -sonuç olarak romantik komedi izlemiyoruz-, haykırıyorum: “İtirazım var.”
İtirazım asıl nedeni ne Hülya, ne Kerim, ne de sonsuz aşkları; bizzat kendim.
Bakış açıma göre aşkı ararken karşımıza çıkan dramatik aşklar korkutuyor beni. Mecnun
çöllere düşüyor, Romeo ölüyor, Dante kahroluyor acısından… (Burada hemen
parantez açıp Kerim’in damla damla kuruduğuna değil makale yazdığına şahit
olduğumuzu belirtmem gerekir. Unutmadım, aklımda ^^) Örnekler bir değil, beş değil: Tristan ve Isolde
nasıl unutulur, ya Tahir ile Zühre? Heloise ile Abelard, Antonius ve Kleopatra,
Hüsrev ile Şirin... ‘ile’ ya da ‘ve’ ile fark etmeksizin birbirine bağlanmış
sayısız kalp.
Unutma beni!
Ve bizim canımız ciğerimiz Hülker’in olası mutsuz sonu için
canım acıyor. Günün sonunda onlar için olduğu kadar kendimiz için pespembe bir
son beklentisinde olan bir ben miyim sevgili okuyucu? Tarihi bir kenara bırakalım, “Mutlu aşk yoktur.” diyor usta kalemler,
kabul. Ama ya mutlak aşk? Bak işte o
kesin var. Buna aşkı nasıl tanımlarsanız tanımlayın, şahit olabiliyoruz Hülya
ve Kerim’de. Var olmasına var, ama kabul
edelim ki Hülya’nın yaraları da var. Ve bu yaraların hepsi aşktan değil, keşke
öyle olsaydı ama değil… Ve 43 bölümdür şahit oluyoruz ki Kerim bugüne kadar
yaralarını sarması için bir an bile yardımcı olmadı sevdiğine. Yeni yeni
çabalamaya başladı mı desek acaba?
Seviyorum demek yeter mi?
Birkan Sokullu’nun
performanslarında favorim ‘Sinirli Kerim’dir. Ama ‘Ponçik Kerim’ de iyiymiş.
Mahkeme sahnelerini de gülümseyerek izledim, pek eğlenceliydi. Hem Birkan
Sokullu’nun hem de Kerim’in performansından bağımsız değerlendirirsem sahne kendi içinde
birçok ‘keşke’ barındırıyordu. Keşke
Hülya’nın neredeyse şaşkınlıktan dilinin tutulmasına neden olan açıklamaların
temelinde ‘karımı elin adamına
kaptırmam’ olmasaydı. Bir keşke de Bahar’ı küçük oyununa dahil etmesine: “Aşık babasına aynı annesi gibi. Böyle
etrafta ‘baba’ ‘baba’ diye dolaşır.” Garipseyen sadece ben miyim?
Bu birliktelik sadece alaycı
gözyaşlarıyla savunmadan medet umacak kadar pamuk ipliğine mi bağlıydı? Sonuçta
evlilik akdi 3 aylık bir süre daha kazandı. Keşke Kerim bu uzatmaya ihtiyaç
duymadan “Seni sen olduğun için seviyorum, bütün sorunlarımızın üstünden el
birliğiyle gelebiliriz, lütfen o mahkemeye gitmeyelim.” diyebilseydi.
İki bölümdür ‘yeni Kerim’ izliyoruz ama geç
gelen bu değişim içimize siniyor mu? Şüpheli. 42 bölüm boyunca duymadığımız
“Seni seviyorum.”lar havada uçuşuyor.
“Anlamak isteyen sesinden de anlar sessizliğinden de…” demeyin boşuna
bazı duygular dile gelince güzeldir kanımca.
"Kızım seviyoruz işte daha n'apıcaz anlamadım ya, her
gün alt yazı mı geçeyim." Geç Kerim’cim…
Ne olur geç…
"Sana
yaklaşmaya çalıştıkça sürekli kayalara çarpıyorum. Ne olur bana bir yol göster
bana nasıl ulaşabilirim sana. Her yaptığım batıyor." O kayaları taş
işçisinin inceliğiyle dizen kim? Kerim. Hem de sözleriyle olduğu kadar
söylemedikleriyle, davranışlarıyla, güvensizliğiyle, kaçışlarıyla…
Yine
de benden Kerim’e
uzun zamandır gönderilmeyen kalpler gidiverdi: Mahkemedeki performansı için
değil, evdeki nasıl da boşanmadım
gösterisi için değil, kıskançlık gösterip kıskanmıyorum
ki demesine hiç değil… Çekip gitmemesine! Büyüyor mu bu çocuk ne? Bunu
Hülya’nın kelimeleriyle “Birine aşkla
sabırla bağlanmak, birini sevabıyla hatasıyla sevmek, sarıp sarmalamak ve hayat
arkadaşı olmayı bilmek” takip edebilir mi dersiniz?
Gitmemek için direnenlerde bu hafta
Umudumuzu
yitirmeyelim ama Hülya’nın yaşadıklarının lohusa sendromu çatısı altıda
toplanmaması gerektiğinin de farkında olalım. Zeynep’in doğru tespitindeki gibi
içinde bir şeyler koptu Hülya’nın. “Çok
sevmezsen, çok acımazsın.” der ya şair… Çok sevdi Hülya, çok sahiplendi,
Kerim’i olduğu kadar ailesini de… Ama nasıl “Artık seni kaybetmekten
korkmuyorum Kerim.” diyebiliyorsa Cevher ailesini de kaybetmekten
korkmamalı. Öfke/şaka karışımı bir
serzenişle kurduğu “Kaderimizse çekeriz.” cümlesini bir kenara bırakıp kendi
kaderini yeniden şekillendirecek Hülya kendi hayat şarkısının ritmini de pek
ala değiştirebilir, sizce?
Yoksa asıl ‘mutlu son’ bu mu?
(*) Başlık Nazım Hikmet’e ait Tahirle Zühre
Meselesi adlı şiirden
alıntıdır.