Hayat Şarkısı: Hülya'yı okumak, bir şiir gibi..


Bölüme gelirsek; Kerim’in söylemedikleri artık söyleyebilmesi bölüme damgasını vurdu. Hep hissettiğimiz, dile gelmesini dört gözle beklediğimiz ancak ve ancak bu bölümde duyabildiğimiz,  “Seni seviyorum, seni çok seviyorum.” cümlesi Hülya kadar bizim de ponçik kalbimize derin bir nefes aldırdı, doğru. Onca sessizlikten sonra şükürler olsun ki sağır değildik, sevindik.
 
Kerim Hülya’nın güzelliğini, enerjisini, anneliğini, bedenini çok seviyor bu kesin. Peki aşk olduğu gibi sevebilmek ise Hülya’yı kalıplara sokma, kendi habitatına çekme isteği nedendir?
 
Kitabını sorduğunda “Sen kafanı bunlarla yorma Memo ile Düğme ile ilgilen.” cevabını verdiğin kadına “Benim yaşamımla tek bir gün ilgilenmedin, neyin peşindeyim haberin yok.” serzenişte bulunmak manidar olmuyor mu?
 
Ya “Seni seviyorum” un ardından gelen kendine anne ve eş olmak dışında bir kimlik bulma çabasına destek olmakla ilişkin sözleri? Hülya’nın yazıldığı sertifika programını onunla aynı ortamda bulunma ve onu kontrol altında tutmayı istemesine yoran Kerim’le çelişmiyor mu?
 
”Git derse gir, eğitim al, seviye atla.” cümlesini kurduğun kadını kendine hobi yaratmamakla suçlamak mantıklı mı?
 
“Devam et böyle, bak sınıf atlarsın kendine Avrupa sosyetesinden bile bir adam bulabilirsin.” sözlerini sırf Kerim’in başka bir erkeğin varlığından duyduğu rahatsızlığın etkisiyle söylemiş olduğu, salt kıskançlığa yorulması kabul edilebilir mi? Kendi aralarında organize ettikleri celselerde Kerim’in bu cümlesinin es geçilmesi nedendir?
 
Paylaştıkları hayatta Kerim’in bıraktığı onca üstü kapalı ‘git’ izine, Hülya’yı yerle bir eden her tepkisine, tüm can yakıcı sözlerine rağmen Hülya’nın kendi isteğiyle bile olsa tüm gitmeleri aslında kalarak değil miydi? Çok daha acı… Bölümler ilerledikçe şahit oluyoruz ki Hülya’nın içindeki hayran olduğumuz güç giderek eridi, hırpalandıkça giderek hissizleşti.
 
Oysaki ben Hülya’yı tüm yaşanmışlıklara rağmen ayakta dimdik duruşuyla sevdim, güçlü oluşuyla, kararlılığıyla, çelikten zırhıyla… Bu zırh inceldikçe, ona söylenen sözleri duymazdan geldikçe şaşırdım, kabullenemedim. Nedeni belki sevdasının ağırlığı, belki hazinelerim olarak adlandırdığı ve sayısı giderek artan çocukları, belki de hep özlem duyduğu ve ancak yıllar sonra kavuştuğu aileyi kaybetme korkusu, tahmin edemedim. Bölümden bölüme değişen ruh halini anlayabildim ama garipsedim. Her bölümün sonunda, Hülya’nın gözüme batan davranışlarına dair “Her şey aşktan, değil mi?” deyiverdim; gülümsedim, geçtim…
 
Bir hafta önce farklı bir serbest kürsü yazısın altında “Eğer Hülya Kerim'in ona sunacağı 'kuru ekmek ve su' ile mutlu olacaksa (42 bölümün verilerine dayanarak) bana göre hava hoş. Ama çok yakınlarında elinde onun en sevdiği 'orman meyvalı çikolatalı pasta' ile bekleyen (İlk 4 bölümdeki verilere dayanarak) bir adam olduğunun farkında olsun yeter.”  yorumunu bırakmıştım. Bu farkındalığın bu kadar çabuk oluşmasını beklemiyordum doğrusu.
 
Unutanlar için Hazer’in repliğini eklemek istedim: Ben sana pırıl pırıl, tertemiz, duru bir göl gibi huzurlu bir hayat sunabilirim. Seni bir an olsun bulutlardan indirmem, ayağına taş değdirmem. Sana ve çocuklarına hayatın en mutlu evini kurabilirim. Kalbindeki savaş çığlıkları sustuğu an, gerçek bir hayat gerçek bir mutluluk istediğinde ben burada bekliyor olacağım sadece sana bunları söylemek istedim.”
 
Bugün birçok izleyiciyi ekran karşısında etkileyen, çoğu kadının duymak için gururunun okşayacak bu repliğe karşın Hülya’nın özgür iradesiyle verdiği “Ben Kerim’den sonra kimsenin elini tutamam” cevaba kızmak mümkün değil. 

Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER