Bu Bir Veda Yazısı Değildir: Güç Seninle Leia...

Bu Bir Veda Yazısı Değildir: Güç Seninle Leia...
“Star Wars’un Prenses Leia’sı yaşamını yitirdi.”
“Star Wars filmlerinde Prenses Leia karakterini canlandıran 60 yaşındaki ABD’li oyuncu Carrie Fisher, üç gün önce geçirdiği kalp krizi sonrası tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.”

Gazete manşetleri böyle söylüyor, bugün izleyeceğimiz bültenlerde haber böyle duyurulacak. Carrie Fisher öldü… Kısacık, buz gibi bir cümle. Filmlerinden, oyunculuk kariyerinden bahsedilecek, Star Wars filmlerinden kareler eşliğinde. Sonra bitecek. O kadar. Kısa ve buz gibi. Kısa ve öz. Birçok insanın haberi olmayacak, bazısı kim olduğunu bilmiyor olacak, çoğu için sayfayı çevirince, kanalı değiştirince konu kapanacak. Olması gereken de bu zaten. Ölüm böyle. Kısa ve buz gibi. Her yerde ve çok. Alışacağımız kadar çok ve dayanamayacağımız kadar ağır. Her gün ölüyoruz, öleceğiz. Alışıyor gibi olacağız, yine de üzüleceğiz. Hayat devam edecek, unutur gibi olacağız. Bazı ölümler daha çok dokunacak. Hayatımıza ne kadar çok dokunduysa o kadar çok. Carrie Fisher da o kadar çok işte. Kimine bir gazete haberi. Kimineyse umudun beyaz prensesine zor bir veda olacak.

“Hafızalarımıza Prenses Leia olarak kazınan Carrie Fisher, Blues Brothers, Hannah ve Kız Kardeşleri, When Harry Met Sally, Charlie’s Angels, Map to the Stars gibi birçok filmde ve sayısız dizide izlediğimiz başarılı bir oyuncu. Annesi Hollywood’un altın çağının en sevilen aktrislerinden Debbie Reynolds. Kızı Billie Lourd da oyunculuğu seçmiş, hem şu anda yayınlanan Scream Queens dizisinde hem de çekimleri süren sekizinci Star Wars filminde oynuyor. Carrie Fisher’ın 70’lerin sonlarına doğru başlayan kariyerinin en önemli kısmınıysa Star Wars serisinin IV,V ve VI. bölümlerinde canlandırdığı Prenses Leia karakteri oluşturuyor.” Kabaca bir biyografi yazmak istesek bunları yazardık herhalde. İnternette yapılacak kısa bir gezintiyle ulaşılacak bilgiler. Ama hepsi bu kadar değil.

Onu ilk kez bir droid’in içinden çıkan ve yardım isteyen hologram mesajıyla tanıdık. Alderaan gezegeninin prensesi olan Leia Organa aynı zamanda İmparatorluk’a karşı savaşan Asiler Birliği’nin üyesiydi ve ilk film olan A New Hope’da Darth Vader tarafından kaçırılarak ne kadar önemli bir karakter olduğunu hemen kavratmıştı hepimize. Korkusuz, sözünü sakınmayan, güçlü bir prensesti. Bir kuğu gibi göründüğü beyaz giysisinin içinde hep dimdik durdu tüm seri boyunca.

Karanlık tarafa karşı verilen savaşta Luke ve Han Solo’nun en büyük yardımcısı oldu, tüm kötülere kafa tuttu, kimseden ve hiçbir şeyden korkmadı. Yan yana savaştığı Han Solo’ya gönlünü kaptırdı ama tüm seri boyunca onunla da sürekli itişti deyim yerindeyse. Kaçırıldı, sayısız kez ölüm tehlikesi atlattı ama hiç kurtarılması gereken zayıf, kırılgan bir kadın olmadı. Hem bir prenses hem de cesur bir askerdi Leia. Çok güzeldi evet, VI. filmde Jabba the Hutt tarafından kaçırıldığında giydiği bikinisiyle tüm erkeklerin rüyalarını süsleyen bir figür haline geldi. Ama herkesin aklında gücün ve kararlılığın, mücadelenin ve umudun temsilcisi olarak kaldı.

Geçen yıl izlediğimiz serinin VII. filmi The Force Awakens’da karşımıza beyaz kostümünden sıyrılmış, üniformalarını giymiş bir general olarak çıktı. Biraz yaşlanmış ama hâlâ güçlüydü. Karanlık tarafın karşısındaki birliğin komutanıydı, mağrur, kararlı ve yine her zamanki gibi umutlu. Bir yandan kardeşini bir yandan oğlunu arayan, hayatının aşkını özlemiş bir kadındı. Leia ne kadar özlemişse sevdiklerini biz de Leia’yı o kadar özlemiştik. Hepimiz için kötü geçen 2016 yılının sonunda harika bir sürpriz yaptı hepimize ve Star Wars serisine eklenen son halka olan Rogue One’da da yine umudun habercisi oldu. Ta ki yorulan kalbi durana ve aramızdan hepimizi üzüntüye boğarak ayrılana kadar.

Rolüyle özdeşleşmenin en güzel örneklerinden oldu Carrie Fisher hep. Hayranları tarafından hep umutla, cesaretle, iyilik ve doğrulukla hatırlanacak olmanın mutluluğuna ulaştı. Hafızalarımıza onu ilk tanıdığımız haliyle yerleşti ve öyle de gitti. Bunun en büyük sebeplerinden biri de ünlü oluşunun üzerinden neredeyse 40 yıl geçmiş olmasına rağmen duruşunun hiç bozulmamış olmasıydı belki.

Hollywood’un gençlik ve güzellikle dönen çarklarına inat yaşlandı, yüzü kırıştı, saçları beyazladı. Carrie Fisher hiç dert etmedi bunları, zamanı geri çevirmeye uğraşmadı, hayatı olduğu gibi kucakladı ve bu haksız, zorlu sistemi eleştirdi hep. Kendisine bu konuda yöneltilen soruları sertçe cevapladı, bir Barbie bebek değildi, olmayacaktı, kimsenin de olmaması gerektiğini anlattı. Biopolar bozukluk denen bir hastalıkla uğraşmıştı ömrü boyunca, ruhsal sıkıntıları olmuştu, kariyerini de özel hayatını da zorlaştıran bir durumdu. Bunu da saklamadı hiç, yaşadığı sıkıntıları, bu hastalık yüzünden uyuşturucuyla başının derde girdiğini açık yüreklilikle paylaştı.

Bir film karakterinin, ulaşılmaz bir Hollywood starının çok ötesine geçti, gerçek oldu. Hepimiz gibi yaşlanan, zorlanan, hayatla mücadele eden gerçek bir insana dönüştü yıllar içinde. Bu yüzden çok sevildi belki de, küçücük bir kızken Prenses Leia’ya hayran olmuş kadınlar için her şeye rağmen ayakta kalmanın, güçlü durmanın, mücadele etmenin ve kazanmanın sembolü olduğu için. Erkeklerin hâkimiyetindeki, saçma sapan güzellik kurallarıyla örülü, yapay dünyaların içinde tökezlese de ayakta kalan, hiç yılmamış gerçek bir asi, güçlü bir savaşçı olduğu için.

Bu bir veda yazısı değil. Bu Carrie Fisher’ı tanımış, izlemiş, onunla aynı çağda yaşamış olmaktan mutlu olmamın yazısı. Hepimizin hayatına dokunmuş harika bir kadın için yazılmış naçizane kelimeler.

Alderaan gezegenine, Millenium Falcon’a, R2D2’ya, Luke’a, Han Solo’ya yollanmış minik bir selam.

Belki de umut taşıyan beyaz bir güvercin.

Hoşça kal Carrie Fisher. Hoşça kal prensesimiz. Güç hep seninle olacak…
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER