O gün babalar günü. Her sene olduğu gibi o sene de kendince sürpriz bir hediye hazırlamış babasına. Babasının gözlerinin içine son kez olduğunu bilmeden bakarken hızla uzatıyor hediyesini. Vereceği tepkiyi bekliyor heyecanla. Ama babası açmıyor hediyeyi. “Sonra.” diyor. Sonra… Arabasına atlıyor ve gidiyor.
Bu, kızın babasını son görüşü. Son bakış, son sarılış, son öpüş… Sonra ne mi oluyor? Kız hastane koridorunda gözyaşları içinde koşuyor. Babasına. Aklına belki de hediye kutusu geliyor. Babasının gülümseyerek sağa sola salladığı ama açmadığı hediye kutusu. Tüm gün hayal ettiği o an gelmedi. Hediyeyi açtığında babasının yüzünde oluşacak ifadeyi göremedi. Kız, kendine fısıldıyor belki de yine. “İyileşecek. Her zaman olduğu gibi o hediyeyi açacak, bana gülümseyecek sonra da sımsıkı sarılarak teşekkür edecek.” Olmuyor. Babası o hediyeyi açamıyor. “Hayır.” diyor içinden. Hayır! Daha birkaç saat önce sarıldı babasına. Kokusunu içine çekti. Doya doya öptü. “Seni seviyorum.” dedi. Sadece birkaç saat önce. Birkaç lanet saat. Babalar da ölür Gizem. Babalar da...
14-15 yaşlarında ölüm kavramıyla ilk kez karşılaştı Gizem. Daha önceleri belki de kitaplarda okuduğu, haberlerde izlediği, falancaya filancaya olduğunu duyduğu, kendisinden bir gecede tüm hayatını alan ‘ölüm’.
“Acı çektim günlerce
Acı çektim susarak
Şu kısacık konuklukta
Deprem kargaşasında”
4 yıl sonrasını görüyoruz biz Gizem’in. Babasının ölümü, maddi sıkıntılar, alkolik bir anne… Babasının biricik prensesiyken annesine annelik yapan biri haline gelmiş bir genç kız. Kim bilir, babasını son kez gördüğü anı bu dört senede kaç kez gözünün önüne getirmiştir. Kaç kez, “Gitme baba!” diye haykırmak istemiştir. O anın her ayrıntısını kafasına kazıdığını düşünürsek, Seda’nın kendi babası yerine onun babasına nasıl ısrar ettiğini, babasının Seda’yı kırmamak için arabasına binip gittiğini ve bir daha geri dönmediğini bu kız nasıl unutsun? Unutmaz. Unutamaz. Bu, onun, babasına dair en taze anılarından biri.
Zaten o kısmı da algılayamadım. Altı üstü bir mangal yakılacak. Bana verin, ben bile hadi 10 dakika olmaz da, 1 saat olur yine de yakarım o mangalı. Yok, illa Seda’nın babası yakacak. Sinir ettiniz beni, sinir! Babasını tabii ki de Seda öldürmedi. Ama… Ama işte Gizem’in o psikolojiyle Seda’yı suçlamasından daha normal bir şey yok ortada. Kızın babası ölmüş, hayatı alt üst olmuş.
Bir de tabii Seda ve annesinin "Charlie’nin Melekleri" misali acıyarak böyle bir bakışları, ultra mükemmel hayatlarını gözüne gözüne sokmaları, 4 yıl olmuş bu kadar yakındınız ya hani, Seda’nın babası da gayet Gizem’in babasının borcunu bilirken üç maymunu oynamaları… Evet, tabii intikam mangasına dönüşmek de bunun çözümü değil.
İç dünyasını azar azar gördüğümüz bir karakter, bize en baştan saf, temiz, iyi kalpli gösterilen başka bir kızdan intikam alırken ona sempati duymak? Eh, çok kolay değil, kabul ediyorum. Fakat hiç değilse birazcık empatiyi hak ediyor. Yeni bir insanla tanıştığında onu hemen bir kalıba sokmak gibi refleksi olan bizler için evet, zor. Ama o kısacık anlarda olur da Gizem’in gözlerinin içine bakarsanız, bakarsak orada yalnızca intikam dolu bir kızın yatmadığını görebiliriz.
“Acılardan arta kalan
İşte şu bakışlarmış
Buğu diye gözlerinde
Gün batımı bulutlarmış”
O, aslında hala babasının küçük kızı. Canının ne kadar çok yandığını sadece tahmin edebiliriz. Onun neler yaşadığını anlamak? Eh, işte o öyle kolay değil. Yaşamayan bilmez çünkü, bilemez, bilemeyiz.
Tek bedende iki farklı kişi. İki farklı Gizem. Bir gecede bin yaş büyüyen bir kız çocuğu. O gece sadece babasını kaybetmedi Gizem. Hayır. Onunla birlikte tanıdığı, bildiği annesini de kaybeden bir kız o. Hayallerini, umutlarını kaybeden bir çocuk. Pamuklara sarıldığı bir hayattan, karanlığın hakim olduğu kimsesiz bir hayata geçiş yapan bir çocuk.
Yazı devam ediyor..