Aslında aklımda, tatil boyunca diziyi ilk bölümden itibaren
sırayla izlemek ve bazı bölümleri yorumlamak vardı. Ama kendimi bir anda,
benimde hiç anlam veremediğim bir şekilde yirminci bölümü izlerken buldum. Evet,
bu bölüm yaşanan ayrılıklardan ve çekilen acılardan sonra hepimizin gönlünü
almış, bizi musmutlu etmişti yalan yok. Ama ilk yirminin içinde de çok efsane
bölümler var yorumlamak istediğim. Olsun canım geri döner yine yaparız, sırayla
olması şart mı? Üstelik her bölümü ezbere bilen kiralıkçılarız. Bir ileri bir
geri yaparız, ama sanmayın ki bunu yaparken yerimizde sayarız. Her anı
çetrefil, her anı adrenalin olan dizimizi, izler izler yazarız.
Hep diyoruz ya, Kiralık Aşk modern bir masal diye. Bunu,
bana en fazla hissettirenlerden biridir yirminci bölüm. Cinderalla tadında bir Defne ile yakışıklı,
dahi tasarımcı ve de bir o kadar da buz şelalesi olan Ömer’in, bizi çepeçevre
saran büyülü aşklarının masalı.

Mutluluk bazen onu özlemekte…
Gitmekle kalmak arasında yaşadık biz bu masalı ve de hala bu
ince çizgideyiz. Tarafların aslında kendi aşklarından emin oldukları kadar,
birbirlerinin aşkından da emin olabilmek için yaşadıkları olayların akışı
içinde, savrulmalarıyla savrulduk. Ve yine aşka boyun eğerek birbirlerinin
yörüngelerine girmeleriyle, biz de eriyip çözüldük. Hangisi haklı deyip karar
almada zorlanırken, içimizde geçici olsa da bölündük. Ama kısa sürede ikisine
de hak verip, kaldığımız yerden el ele vererek yürüdük. İnişli çıkışlı hayatın
inişli çıkışlı masalında olmanın ruh haliyle, her duygunun dibinde zirve
yaptık.
İşte bu bölümde de, gitme kal ile kalma git arasında geçiş
yapıp duran Defne ile “Sevmeyi şahane bilen bu kadını hep yanımda istiyorum.”
diyen Ömer vardı. “Marsilya yolcusu kalmasın.” anonsunu duyan Defne hiç durur
mu, tabii ki soluğu Ömer’de almıştı. Kısa bulduğundan olacak ki, ismini İz’le
Ömer’iz diye değiştiren İz kişisinin teklifine zaten hayır diyen Ömer ise,
çarpık çarpık gülerek gitmeyeyim mi diye cevap vermişti Defne’ye. Oysa ikisi de
bal gibi biliyorlardı, hiç birinin artık bir yere gitmeyeceğini. Yine ikisinin
de, tüm vazgeçişlere rağmen birbirlerinden değil, aslında sadece kendilerinden
vazgeçtiklerini. Tamam, ileride birçok kere bunun tersi oldu biliyorum. Ama
onlar da bunu zaten kalpleriyle biliyorlardı. Akıllarında hala oturmasa da,
korkuları yüzünden buradan hala emin olmasalar da, kalpleriyle onlar
birbirlerine hep bağlıydılar. İyi de, zaten kalbin emin olması değil miydi ki aşk.
Tek kişilik dünyası vardı Ömer’in ve kapısı herkese açık
olan evinin tersine, iç dünyasının kapıları sımsıkı kapalıydı. Bahçe kapısını
söylemiyorum, o zaten hep açık. E kendisi de malum iş kolik. Gündüz gidip
bahçede otursak ruhu duymaz, ama biz kiralıkçılar yılarız (Fragman beklemekten,
yalan haber okumaktan, kıyafetlerin zevksizliğinden…) ama kimseyi yıldırmayız. Hele
Fikret gibi, gece gece habersiz bahçeye dalıp rahatsız hiç etmeyiz. Iyy bide yüzsüz
yüzsüz enseden yaprak almalar falan, valla hatırlayınca tepemden bir sinir
geldi. Hâlbuki İz’i tam da gönderdiğimiz bölümdeyiz. Daha Fikret gelip bizi
sinir etmemiş, ne gerek var şimdi hatırlayıp moral bozmaya dimi ama. Doğru ya,
sinir olmayı bırakalım ve kaldığımız yere geri dönelim. Ömer kırmızı kapısının
anahtarını çevresindeki insanlara vermişti, ama iç dünyasının kapısını sadece
samimiyet ve güven açabiliyordu. Asistan olarak hayatına giren Defne ona işte
tam da burada herkesten farklı gelmiş, ilk andan itibaren samimiyetiyle ve
doğallığıyla onu çarpmıştı zaten. Ama güvenle başı dertteydi Ömer’in. Her
defasında adım atıyor, ama anlayamadığı bir şekilde güveni zedeleniyordu.

Koray’ın Sinan’ı seçtiğini duyunca, geçirdiği sarsıntıdan
sıyrılıp Defne’ye gitmiş ve ilk defa sevdiği kadının dünyasından içeri adımını
atmıştı. Halini onla paylaşmış ve ona misafir olmuştu. Defne’nin kendini pespaye
nitelendirmesine karşı, o aile sıcaklığını bulduğu o ortamda oldukça rahat
etmiş ve de huzurla uyumuştu. Bizim Ömer’i mahallede tam anlamıyla ilk
gördüğümüz sahneydi burası, birkaç kritik anlarda uğramanın dışında. Kısa
pijama da ayrı bir hava katmıştı İplikçi’ye, unutmadık. Sabahında ise Defne’nin
anlamadığı bir muamelesi ile tekrar yalnızlığına sığınmıştı. Koray’ın onu
yoklamaya gelmesiyle sarf ettiği sözler, aslında kendi dünyasının özetiydi. Ve
de hayata karşı bu kadar sert ve dik duruşunun nedeni. “ Ben hep bir şekilde
iyiyimdir Koray. Bana bir şey olmaz, merak etme. Yalnız yaşamanın avantajı
bunlar. Öyle ağlayacak omuz, kucak bulamayınca, insan daha güçlü olmayı
öğreniyor.”
İkisi de birbirlerinden her uzaklaştıklarında bir şeylere
sığındılar, birbirlerinde ki yerlerini dolduramamanın boşluğuyla. İnsan kimi
zaman bir şeyin eksikliğini, onu bulmadan bilemez. Bazen bulunca anlar, bazen
de kaybedince. Aşk işte böyle bir tamamlanmaktır, yani biriyle kendinde tamamlanmak.
Tıpkı yedinci bölümde ustasının dağ evinde "Ya bir şey eksik hayatında, ya da
çok fazla." demesine karşılık Ömer’in “Ya da her ikisi de. Fazla gibi görünen
şey aslında, eksik olandı belki de.” demesi gibi. İşte birlikte bir şeyler
yapmanın verdiği o hazla, biz olmanın en çok dile geldiği bölümdü bu bölüm.
Benzer ruhlar, farklı yaşamlar. İşte insan tam da burada
bocalıyor. Ruhunu tanımadığı için, yaşamının kriterlerine göre hareket edip,
tercihlerini o yönde oluşturuyor. Oysa insan kendini tanıdıkça, ne istediğini
anladıkça hayatı da ruhuna göre şekilleniyor ve de anlam kazanıyor. İşte bizim
güzel çiftimiz ruhlarıyla anlaşan, kalpleriyle bağlanan ama hayatın
getirdiklerinin içinde savrulup, tekrar biz olma savaşı veren iki güzel insan.
Yazı devam ediyor..