Bu bir
bölüm yazısı değildir. Bu bir sezon finali yazısı da değildir. Bu bir
"Poyraz Karayel Dünyası'na hayranlık" yazısıdır. Daha doğrusu bu
dünyanın ekran önünde görünmeyen yaratıcılarına selam ve teşekkür yazısıdır.
Sonunda
söyleyeceğimi başta söyleyeyim, Çağrı Lostuvalı nezdinde tüm reji ekibine ve
Ethem Özışık nezdinde tüm yazım ekibine hayranlık ve teşekkürlerimi sunuyorum.
Adına dizi
dediğimiz, birçoğumuzun sosyal çevresinde küçümsediği ama akşam evinde hatta akıllı
telefonlarımız sayesinde fırsat bulduğu her yerde içine girmekten
alamadığı bu 'kurgu hayatlar seansı" ile benim de aram hep sıcak oldu. Bazen
içinde bulunduğum gerçeklerden kaçmak için aralıksız daldım o dünyalara bazen
de yine aynı gerçekler izin vermedi kendimi kurgu dünyalarda rahatlatmama. Bu
anlamda hayatımın en dengeli denecek zamanında RaniniTv'de manzanasverde'nin
"
Sanat eseri Poyraz Karayel sahneleri" başlıklı yazısına denk
geldim.
Manzanasverde'nin (kendisine de teşekkürü borç bilirim ^^) Poyraz
Karayel'in çoğunluğu birinci sezonuna ait en nev-i şahsına münhasır sahnelerini
derlediği bu yazı 1. bölüm "Ülkemiz" sahnesiyle başlar. Ve
daha ilk sahnede Poyraz Karayel benim aklımı çelmeyi başarır. Devamında
gelen 4. bölüm "Kal desen" sahnesi ile artık kalbim de çalınmıştır.
Zaten 2. sezon tanıtımlarında Zülfikar'ın (ki o zaman konuşanın kim olduğu
bilmiyordum) televizyonun küresel sermayenin oyunu olduğuna dair söyledikleri
aklımın bir köşesine düşürmüştü Poyraz Karayel ismini. Ancak ben bu yazıyı
okuyup Poyraz Karayel izlemeye karar verdiğimde 2. sezon çoktan başlamış,
izleyiciler gerçek Adil Topal'ı görmüşlerdi bile. Yılmadım ve hemen arayı
kapattım. Ve az önce 2. sezon finalini izlerken de bu yazıyı yazmaya karar
verdim.
Hani
Poyraz, Zülfikar ve Taşkafa teslim olmadan önce emniyetin önünde Ayşegül,
Meltem ve Ümran'la vedalaşırken Poyraz Ayşegül'e "Beni kesin içerde
şişlerler, hani haberin olsun, merak etme." der, Ayşegül de cevaben
"Yani.. Çok derine derine saplamasalar bari" diye temennide bulunur
ya, işte o anda bu yazıyı yazmaya karar verdim. Kendimi içinde bulduğum dünyaya
olan hayranlığım buna itti. Çünkü ben en çok Poyraz Karayel’in tamamen
kendine özgü, tarif edilemez hatta zaman zaman garip dünyasını ilmek ilmek
işleyişini, işlerken de hem onlardan biriymişim hem de onlardan çok
farklıymışım gibi hissettirmesini sevdim.
Bazı
dünyalar gerçekçiliğiyle çeker bizi, bazıları ise masalsılığı ile. Tabii bir de
omurgasını absürtlük üzerine oturtan işler var. İşte bu noktada Poyraz Karayel
öyle bir karışım sundu ki tadına hala bir isim verebilmiş değilim.
Ne masalsı ne gerçekçi. Başlı başına yepyeni bir dünya! Hep söylenir, bir işin
tutabilmesi için seyircinin kendinden bir şey bulması gerekir diye. Benim
Poyraz Karayel hikâyem ise kendimden bir şey, bir ortak nokta bulma kaygısı olmadan
o dünyanın içinde özgürce ve hayranlıkla kaybolabilmenin hikâyesi sanırım. Hiç
"yok artık!" demedim örneğin izlerken, hep "vay be!" dedim.
Öngörülebilir olacağına dair hiç bir vaat vermedi bana çünkü hep akışkan
ve şakacı idi. Aynı zamanda da -çelişki gibi görünse de- çoğunlukla tutarlı. Evet,
bazen sıkıldım, bazen klişelerden asla kurtulamayacağımız gerçeğini hatırladım.
Bazen en duygusal sahnede "bitse de gitsek" dedim, bazen de duygusuz gibi görünen
bir diyalogda kalbim cız etti.
Örneğin
yukarıda yazdığım "şişleme" diyaloğunda tebessüm edip "siz
delisiniz ya!" dedim ekrana bakıp. Kâğıt üstünde bu kadar saçma duran bir
şeyin, hayat bulmuş halinin bu kadar doğal görünmesi başarı değildir de
nedir? Ya da bir kadın olarak bugün Sadrettin'e Songül konusunda hak verip -ki
başlarda son derece rahatsız oluyordum hal ve tavırlarından- tüm kötücüllüğüne
rağmen Songül'ü izlerken eğlenmemin başka bir açıklaması olabilir mi? Hayatında
hiç Poyraz Karayel izlememiş birinin tesadüfen izlediği herhangi 5 dakikalık bir sahneye yorumu yüksek oranda "bu ne saçma şey ya"
olacakken (şahsen ben bu durumu zaman zaman kardeşimle yaşıyorum) bizlerin
kahkahalar atması ya da gözlerimizin dolması işte bu cânım dünyanın
atmosferinin sonucudur.
Poyraz Karayel'in hemen her karakterinin (Bahri-
Despina Umman çifti hariç) hem bu kadar karikatürize hem de bu kadar
gerçek olması, sanırım onun alâmetifarikası. Ve her şeye rağmen her duygunun;
aşkın, dostluğun, aile sevgisinin, insan sevgisinin, ülke sevgisinin dahası
hayvan ve doğa sevgisinin sıcacık ve samimiyetle hissettirilebilmesidir. Ve bu
gerçek anlamda yazım ekibinin başarısıdır. Yarattığı her karakteri ilmek
ilmek işleyen ve bize birbirinden "manyak" karakterler armağan eden ekibe
teşekkür ederim.
İlk
paragrafta bahsettiğim "Sanat eseri Poyraz Karayel sahneleri"
yazısıyla ilgili ilk sahne aklımı çeldi demiştim. "Ülkemiz" sahnesini
izlerken "keşke herkes duysa ve anlasa bu sözleri" diye düşünmüştüm. İkinci
sahne için ise "kalbimi çaldı" dedim. Çünkü izlerken "nasıl şahane yansıtılmış
bu sahnenin duygusu" dedim kendi kendime. Elbette senaryo, oyun ve
reji birbirinden ayrılamaz ama başta o sahne olmak üzere istisnasız her
bölüm gözümü alamadan ve hayranlıkla ekrana kilitleyen, kesinlikle fark
yaratan rejidir. Bu sebeple Poyraz Karayel'de aklımı çelen Ethem Özışık ise
kalbimi çalan Çağrı Lostuvalı'dır. Net.
Sektörün
emekçileri affetsin, lisedeki tiyatro deneyimime kadar 'yönetmen' ne iş yapar,
hiç bir fikrim yoktu. Maalesef günümüzde de birçok televizyon izleyicisi
için bu durum halen böyle. "Kayıt" ve "Kestik"
demekten başka ne yaparlar, yaratılacak dünyaya nasıl bir katkıları olabilir
gibi kaygıları yoktur genelde izleyicinin. Ben ise tiyatronun sinema ve
televizyondan çok farklı dinamikleri olduğunu kabul etmekle birlikte algı
dünyamda açılan bu yeni kapı sayesinde, o günden sonra daha bir
dikkat etmeye başladım jenerikte akan isimlere. Ve eğer bir işi sevdiysem
öncelikle senaristini ve yönetmenini aklıma kaydetmeye başladım. Çağrı
Lostuvalı ise öyle bir şey çıkardı ki ortaya bu işin teknik tarafıyla hiç
ilgilenmeyen izleyicilerde bile bir farkındalığa yol açtı bence.
Nereden kaynaklandığını
tam olarak anlamasa da farklı bir şey olduğunu gördü izleyici. Çünkü
Poyraz uzun tiradlarını okurken biz de giriyorduk onun dünyasına. Ayşegül
Poyraz'a sarılırken bir başka ısınıyordu kalbimiz. Sema daha bir
güçlü görünüyordu onun sayesinde. Zülfikar, Sefer, Taşkafa çaresizken,
umutsuzken, âşıkken daha bir derinden titretiyordu gönül tellerimizi. Aşkı,
çaresizliği, korkuyu, heyecanı, gerilimi öyle katıksız ama kendine özgü
aktardı ekrana, O olmasaydı bu dünya bu kadar cazip olur muydu bilmiyorum. Ve
bunların hepsini teknik olarak hiç bir şey bilmeyen ama görselliği çok
önemseyen sıradan bir izleyici olarak dile getiriyorum.
Muhakkak bu
bir ekip işi ve yukarıda saydığım tüm başarılarda oyuncuların önemi inkâr
edilemez. Onlar bu dünyanın olmazsa olmaz'ları ama ben özellikle sadece yazım
ve reji ekibinden bahsetmek istedim. Konu yeni bir dünya yaratmak ise bu
önce onların başarısı, Poyraz Karayel ile bunu daha iyi anladım. Her ikisini de
bu işle tanıdım ve tanımış olmaktan gerçek bir mutluluk duyuyorum. Bundan sonra
kendilerinin takipçisiyim efendim.
Üçüncü
sezonda aynı tatda bölümlerle karşılaşmak dileğiyle; oyuncular, yapım ekibi,
yazım ekibi ve rejiye yani tüm Poyraz(cım) Karayel ekibine ‘emeğinize sağlık’ diyorum.
İyi ki tanıştım sizinle!
Sevgiler!
Not:
Yukarda anlattıklarımın bir örneği olarak
şu sahneyi buraya bırakmak
istiyorum. Emimin izlerken ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.
“Ölüyorum Tanrım! Bu da oldu işte!”
*Cemal Süreya, Üstü
Kalsın