Gökdelende Kaos: Geleceğin Anarşisi

Gökdelende Kaos: Geleceğin Anarşisi
Yüksekten düşmek öldürebilir
Ben Wheatley, A Field in England ve Kill List gibi filmleriyle hayran kaldığımız, çağdaş sinemanın dâhilik sosuna bulanmış yenilikçi ve heyecan verici bir yönetmen. Onun için de son filmi High-Rise / Gökdelen’i 35. İstanbul Film Festivali programında görünce bir hayli sevinmiştik. Üstelik Gökdelen, J.G. Ballard’ın aynı adı taşıyan muhteşem romanından uyarlama. Filmin oyuncu kadrosu da tadından yenmeyecek isimlerle dolu olunca beklentimiz hayli yükseldi. Wheatley, kendi sinemasının altında bir filme imza atmış olsa da yine de görülmeye değer, son derece seyir zevki yüksek bir film çekmeyi başarmış.


Hiddleston büyülüyor

Ballard, bilimkurgu dünyasının teknolojiyle başı hoş olmayan müstesna yazarı olarak tanıdığımız bir isim. Eserlerindeki gelecek tasviri günümüzü içeren, gelecek yolculuğuna çoktan başladığımızı ve cevapları bugünde aramamız gerektiğini söyleyen bir yazar. Gökdelen de 1970’lerin İngiltere’sini anlatıyor zaten. Evler, arabalar, kıyafetler, müzikler, futuristik tasarımlar hepsi bire bir aynı o günlerle. Ancak kitabı okurken ya da filmi izlerken biliyoruz ki tanımlanmamış, takvim yaprağını göremediğimiz bir çeşit gelecekteyiz. Bu belirsizlik algısı insanlık tarihine ve genel anlamda insan türüne tümden bir bakışın tezahürü aslında. Etrafı çöl gibi kupkuru ve boş arsaların ortasında yükselen bir gökdelen filmin konusu. Hem dekoru hem de konusu yani. Farklı sosyal sınıflardan bir sürü insana rahat ve son teknolojiyle donatılmış bir yaşam sunan bu gökdelen sınıf çatışmalarının, kapitalizmin, bireyin kendisiyle ve toplumla olan ilişkisinin sembolü. Binaya yeni taşınan genç ve yakışıklı doktor Robert Laing, yanında içinde ne olduğunu hiç öğrenemediğimiz bir sürü koli, geçmişine dair sırlar ve mutsuzluklar ve temsil ettiği zümrenin bakış açısıyla katılıyor aramıza. Dairesine yerleşip komşularını tanımaya başladıkça tıpkı bir kast sistemi gibi işleyen düzenin içinde kendi yerini de şaşırmaya ve yadırgamaya başlıyor. Gökdeleni tasarlayan mimar Anthony Royal, soyadından da anlaşılacağı üzere gökdelenin en tepesinde yer alan zengin ve soylu zümrenin temsili. Karısı sıkılmasın diye gökdeleninin çatı katında at besleyen biri Royal. Bir de aşağıdakiler var elbet gökdelen de. Manzarası sokağa yani ayak takımına yakın olan bu katlarda oranın kirasını ödemeye gücü yetebilecek ama yine de üst katların zenginliğiyle yarışamayacak insanlar yaşıyor. Kalabalık ve çocuklu aileler, gürültücü ve sorun yaratan tipler. Elinde kamerasıyla belgesel çekmeye çalışan, ama bir yandan da içindeki vahşiye engel olamayan Richard Wilder da bu insanların vücut bulmuş hali. Alttakiler ve üsttekiler, zenginler ve fakirler “en iyi partiyi biz veririz” yarışına girince tüm o şaşaaya ve modernliğe rağmen içindeki ilkel insanı bastıramayanlar büyük bir kavgaya tutuşuyor ve saat gibi işlediğini sandığımız düzen bir anda bozulup kaos ve anarşi hakim oluyor Gökdelen’e.


Gökdelen kafa karıştırıyor

Film, gerek süresi gerekse yönetmenin tercihleri yüzünden romandaki karakter gelişimini tam olarak yansıtamadığından olsa gerek, her şeyi yıkıp geçen yersiz şiddet, filmin okumasını yaparken anlamlandırabileceğimiz bir şey olmaktan çıkıp temelsizleşiyor iyice. Ortada kalan kahramanımız Laing’in geçmişine ve bugününe biraz daha yakından bakabilseydik şayet, filmin başında bir hayli uzun süren hikâyenin geliştiği yerler ve sonunda biraz aceleye gelip zaman açısından sıkışıklık yaratmış kakafoni kısmı daha anlamlı ve güzel görünecekti gözümüze.


Tüm sınıflar bir arada

Ne alt sınıfa ne de üsttekilere ait olabilen, arada sıkışıp kalmış, mutluluğu ve kişisel tatmini için her koşula sahip ama yine de yalnız ve biçare görünen Robet Laing aslında biraz bizi andırıyor. Düzen hepimizi kalıplara koyup “sen şurada duracaksın” diyor. Gidip orada bekliyoruz hayatın bize getireceklerini. Oysa içimiz başka şeyler çekip başka yerlere, başka katlarına gitmek isteyince gökdelenlerin, burada modern hapishaneler gibi düşünüyoruz bunu elbet, ya asansör bozuk oluyor ya da merdivenlerde onları kullanmamıza engel olacak bir karmaşa hâkim.

Konu tanıdık ama uyarlandığı roman çok özel, Ben Wheatley’den daha fazlasını bekliyoruz evet ama azını yapınca bile piyasadaki çoğu filmden daha üstün bir eser var karşımızda. Tom Hiddleston, Jeremy Irons, Luke Evans ve diğer tüm oyuncular çok başarılı. Görsel anlamda çok üstün bir işçilik var karşımızda. Özellikle açılış sekansı ve filmin sonlarına doğru izlediğimiz partide unutulmayacak kareler var. Geleceğimizi şimdiden yaşamaya başladığımız bir kâbus sanmaya başlayanlar sakın kaçırmasın. İyi seyirler.



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER