Bir yaz gecesi hayal edin. Bahçede, gecenin ılıklığı içinde oturuyorsunuz. Masada belki bir bardak çay, belki bir duble rakı. Burnunuza mis gibi bir hanımeli kokusu geliyor. Kulağınız uzaktan gelen gitar melodisinde, gözünüz ise bahçede uçuşan ateşböceklerine dalıp gitmiş. Gecenin içinde göz kırpar gibi, yanıp sönen ışıklarıyla ne kadar da güzeller değil mi? Ama bir o kadar da aldatıcılar. Işığına kanıp peşine düştüğünüzde birdenbire kendinizi karanlık bir ormanın içinde yapayalnız bulabilirsiniz. Özetle hem yanıp sönerken güzelliğiyle çeken, insanı kendine hayran bıraktıran, hem de yok oluşlarıyla isyan ettiren Defne gibiler.
Hikâyenin ana karakteri olarak neden hep en büyük hataların Defne’ye yaptırıldığını, hikâyedeki her türlü kırılmanın Defne karakteri eğip bükülerek yaşatıldığını anlayamıyordum. Şimdilerde fark ediyorum ki Defne, hikayenin yaratıcısı Meriç Acemi açısından bu hikâyenin oyun kurucusu, bir nevi jokeri. Senaryoya manevra yaptırmak istediğinde bunu en kolay Defne aracılığıyla gerçekleştiriyor. Bu hikâyenin Defne’nin hikâyesi, onun mucizesi olduğu hep vurgulandı. Bu nedenle iyi ya da kötü, olaylara yön veren bazen aşk dolu, bazen sert tavırları hep ondan izliyoruz. Ömer’in, aşkını itiraf etmesi ve evlilik teklifi dışında, bu ilişkinin gidişatında kırılma yaşatan veya ilişkiyi bir üst seviyeye atlatacak bir hareketi olmadı. (“Daha ne yapsın canım?” demeyin, süregelen ve sürmesi gereken senaryo mantığı açısından değerlendiriyorum bunu.)
Olanlar da Defne’nin etkisine, tepki mahiyetindeydi. Defne’nin hamuruna diğer karakterlerden (bkz; Koriş, Yasemin) katılan malzemeler hep hikâyede manevra alanı açabilmek için. Ama işte bazen fazla un katınca kıvamı katılaşıyor. Kulak memesi kıvamında olacak, ona dikkat edelim lütfen. Oyun ortaya çıkana kadar stabil ve istikrarlı bir Defne seyredemeyeceğimizi ben yavaş yavaş kabulleniyorum. Belki böylece kovaladıkça kaçan ateşböceğinin arkasından isyan etmem, ertesi akşam geri geleceği gerçeğiyle avunurum. Ömer gibi “Defne işte…” der geçerim. Ama maalesef ki bu hali genel izleyiciyi Defne’de soğutuyor gibi hissediyorum. Ben ona kızsam da, sinirlensem de başkası laf edince koruma içgüdüm devreye giriyor sanırım.
Sondan başlarsak, hayallerin bambaşka olduğunu itiraf etmek gerekir. Neriman’ın hayalleri kadar büyük olmasa da hayallerimiz, o odada daha başka bir şeyler paylaştıklarını, hiç değilse doğruluk mu cesaret mi oyunu sayesinde daha ‘dolu’ konuşmalarını isterdim ben. Sahne çok bölündüğü, araya devamlı Yasemin-Sinan ve Neriman-Koray sahneleri girdiği için sanırım dikkatim dağıldı ve o sahnede Defne’nin de Ömer’in de hissiyatlarının içine giremedim. Konuşmaları soru cevap şeklinde tıkır tıkır ilerlemedi. Kim ne sordu, hangi cevap nereye bağlandı bilemedim.
Konuşma sürecinin sonunda doğal bir şekilde Ömer’in “bulma” hedefine varmadık da, Ömer bunu kendine hedef edinsin diye o konuşmaları, soruları izledik gibi geldi bana. Sahne adım adım yükselip de bizi içine alacak bir duygu anaforuna dönüşemedi maalesef, onlarla birlikte heyecanlanamadım. Esti biraz, saçlarımı dağıttı ama Defne ve Ömer’le beraber anaforun içinde savrularak tepe sersemine dönemedim. Ya o kavga, söylenemeyenlerin acısı ile iyice büyüyüp Ömer’e 8. veya 17. bölüm sonu gibi patlama anı yaşatmalıydı ya da geçen bölüm sonundaki gibi duygu ve hüzün denizlerinde boğulmalıydık. İkisi de olmayınca arafta bir yerde kaldık sanki. Sonrasında ise sahneyi blok halinde kesintisiz olarak izlediğimde daha kolay adapte olabildim.
“Bir şeyi anlayabildiğimiz sürece ona yenilmenin söz konusu olamayacağını düşünmüşümdür. Bu düşünceye kendimi çok alıştırmıştım. Şimdi yenilmeye başlıyorum, artık anlamadığım için.”* Yenilgiye alışık değil ki Ömer! Cemal Süreya dizelerini dalgın dalgın dillendirmesi de bir görünüp bir kaybolan ateşböceğinin güzelliğine yenildiğini, “o”nun kazandığını kendine kabul ettirme çabasıydı belki de, anlayarak yeniden galip çıkma arzusu… Kötücül bir hırs olarak değerlendirmiyorum bunu elbette. Elde olmayan sebeplerle girdiğimiz bu rölanti döneminde Ömer hiç değilse, zaaflarını ve eksiklerini daha da ortaya koyarak, mağlubiyetini galibiyete çevirecek diye umuyorum. Çünkü muhtemelen Defne “Sen anlamazsın tabi, anlamak için insanın bazı eksik yönleri olmalı.”** diye düşünüyor. Ömer onun gözünde hala öylesine üstün bir varlık ki, kendisini anlayabileceğine inanamıyor bir türlü. Ömer’in çizimlerini onaylaması, ona inanması, ona güvenmesi Defne için o kadar önemli ki, Ömer bunları yapmadıkça Defne ne çizdiklerini tam olarak beğeniyor, ne kendine adamakıllı inanıp güveniyor. Özellikle Ömer’in inançsızlığı, verdiği sözü tutmasını engelleyecek kadar etkileyebilir Defne’yi.
“Engel sensin.” diyor Defne. Her ne kadar Ömer onun gözünde kusursuz bir varlık olsa da Ömer’in çabucak insanların üstünü çizebilme huyu olduğu da bir gerçek. Bu da Defne’yi susturan engellerden yalnızca biri. Geçmişinde İz olsun, dedesi olsun pek çok kişiyi kestirip attığı gibi, Tramba mevzusunda da Defne’yi kestirip attı. Haklıydı veya haksızdı onu tartışmıyorum sonuçtan bahsediyorum. Kabul, Defne hiç kimsenin beceremediği kadar eğip büktü Ömer’i. “Güvenmiyorum!” diyen adam bir iki ay içinde “Güvenmek istiyorum.” diyen adama dönüştü. Bu gelişimi göz ardı edecek değilim. Hele de İz ve dedesi ile yıllarca konuşmadığını düşünürsek. Ama işte ‘güvenmek istiyorum’un içinde de hala bir parça güvensizlik var. İstemesine rağmen, tüm gerçekler ortaya çıktığında bu isteğini gerçekleştirememe ihtimali hala daha mevcut. İşin sonunda “Çok istedim ama yapamadım, güvenemiyorum.” diyebilir Ömer. Sınırlarını ne kadar genişletmiş olursa olsun gönül rahatlığıyla Defne’yi affedebileceğini iddia edemeyiz hiçbirimiz.