Kiralık Aşk: Camdan duvarlar...

Kiralık Aşk: Camdan duvarlar...
Cuma gecesi itibariyle Kiralık Aşk tarihinin benim açımdan en anlayamadığım bölümünü izlemiş bulunmaktayız. Hani bir devlet dairesine gittiğinizde bankodaki suratsız memurla aranızda bir cam olur ya; o cam yüzünden, memurun zaten ağzının içinden söyledikleri daha da anlaşılmaz hale gelir. Siz tüm sevimliliğinizle bir kere daha tekrar etmesini rica ederek kulağınızı o evrak uzatılan incecik yarığa dayamaya çalışırsınız ama nafiledir. Memur ya tekrar etmez ya da etse de gene de anlaşılmaz söyledikleri. Elimizde evrak kayıt fişi ve kafa karışıklığıyla oradan uzaklaşırız sonuçta. İşte bu bölümü bitirdikten sonra bende aynen böyle bir his oluştu. Bugüne kadar yaptıkları her şeyi az buçuk anladığım, anlayamadığım zaman ise anlamlandırdığım Ömer ve Defne ile aramızda bu bölüm o cam vardı ve ben onları anlayamamıştım maalesef. Kafam fena halde karışık… Bir yanım “sus ve güven!” diyor diğer yanım “Bir şeyler söyle!” diye çırpınıyor. İlk defa bölümü tekrar izleyip, sahneleri gözümün ve gönlümün süzgecinden geçirmeden yazıyorum bu satırları.

Geçen hafta camı çerçeveyi indiren Ömer’le aramızda yükselen camdan duvarın müsebbibi ben miyim acaba? Onun, sevdiği kadını hafife alacak bir adam olmadığını düşünürken biraz abartmış mıydım? Tasarım konusunda Ömer’in Defne’den fersah fersah ileride olduğunu hepimiz biliyorduk zaten. Defne’nin onu “yenmesi”, en azından çizimlerinin onun düzeyinde olması bizim gönlümüzden geçen bir umuttu elbette. Hani Amerikan filmi klişelerindendir; kolej ve düz lise öğrencileri basketbol maçına iddiaya girer ve o güne kadar eline doğru dürüst basket topu değmemiş düz lise öğrencileri son saniye mucizesiyle kolejli öğrencileri yener. Bizimki de öyle bir dilekti işte ama “Dünya, bir dilek gerçekleştirme fabrikası değil.”* ne yazık ki.

Ben hayalimin gerçekleşmemesine, Ömer’in başarılı olmasına bozulmadım. Neticede o da bizim evin oğlu, onun başarısından zevk alırım elbette. Ama bu zafer sırasında Ömer’in bıyık altından gülen tavrından ve karşı tarafı faka bastırmaktan, afallatmaktan aldığı zevkten hem hoşnut olmadım hem de bu tavırlarına anlam veremedim. Tasarımcı Ömer’in ego tatmininden aldığı zevki gördük de, aşık Ömer’in sevdiğinin yenilmiş olmasından duyduğu buruk acı eksikti. “Neden sevinir insan zafer kazandığında/Kazanmak neye yarar ki kaybeden olduğunda?”** Üstelik de bu kaybeden senin şu dünyada en çok sevdiklerinden biriyse... Camdan duvarımın arkasından göremedim, neydi o sahnelerin amacı? Ömer zedelenen egosunu mu tatmin etmeye çalışıyordu yoksa Defne’ye böyle dersler vererek onun kariyerinde pişmesini sağlamak mı istiyordu? Sebebi ne olursa olsun bana geçen tek his Ömer’in kendi başarısından duyduğu haz idi.

Çünkü Defne resmen o masada ezildi, Ömer’in yeteneği ister istemez onu o masaya gömdü. Aklımın sağduyu köşesi bunun can acıtıcı fakat gerçekçi olduğunu söylüyor. Ama gönlümdeki bilgiç kuş, “Defne, bir ‘kadın’ karakter olarak o cümlelerle, o bakışlarla ezilmemiş olsa biz izleyicilere güzel bir mesaj verilmiş olurdu.” diye fısıldıyor. Çünkü Cherie’nin kadın gücüyle ve kadın zevkiyle kurulduğu defalarca vurgulandı. Ve maaleseftir ki Cherie’nin yenilgisi, koleksiyonu hazırlama görevini tek başına üstlenen Defne’nin ve onun nezdinde kadınların hanesine yazıldı bence. Geçen hafta “Defne’nin sahte bir galibiyettense hakiki ve şık bir mağlubiyeti tercih edeceğini” söylemiştim ama maalesef bu mağlubiyet şık olmaktan ziyade sakil durdu.

Gerçi Cherie yenildi mi, yenilmedi mi orası net olarak sonuca bağlanmadı. İsmini bilmediğimiz konkurcu hanım, Passionis’in çizimlerine bayıldı ama son kararı İngiliz ortaklarıyla birlikte vereceklerini söyledi. Son bir hamle ile iki şirketin birlikte çalışması sağlanabilir elbette ama bu durum Defne’nin Ömer’in yeteneği karşısında ezilmiş ve daha da önemlisi o masada bozum olmuş olmasını değiştiremez benim gözümde. Hikayesini sil baştan ve doğru yerden başlatacağını vaat eden bir kızın daha ilk adımda gene çapraşık yollarda yürümeye başlamasından ve yenilmesinden hoşnut olmadım. Bu kız bu işe girerken kavga etmekle, entrika çevirmekle işinin olmadığını, böyle şeyler yapamayacağını söylememiş miydi? Peki, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Ömer’le eskrim yapan ve “yenilen” kişinin Defne olabileceğine ben inanmak istememiştim, konduramamıştım ama Meriç Hanım yakıştırmış demek ki.

Sanmayın ki bu sözlerim Defne’nin yenilmiş olmasının kızgınlığından. Ömer’in galibiyetinin sakilliğinin karşısına Defne’yi koyarak ondan taraf da olmadım ki. En azından “bu” Defne’yi tutmadım. O da en az Ömer kadar camdan duvarımın öte tarafındaydı. Çünkü bu izlediğim Defne, benim tanıdığım ve büyürken evrilmesini istediğim, Defne değildi. Hatta geçen hafta dönüşmeye başladığı dişli Defne de değildi. Çömez bir tasarımcı olarak devler liginde sahaya çıkmak, Ömer’le bu konuda kapışmak istemesi son derece doğaldı. Ancak özgüvenli olmakla ile kibirli olmak arasında çok ince bir çizgi vardır.(İz’den alıntı da yaptım ya, Allah’ııım ne büyük acılar bunlar?) Geçen hafta Ömer’i gaza getirmek için çırpınması nasıl sevimli idiyse bu bölüm çizip çizmediğini öğrenmek için gösterdiği çaba da bir o kadar yorucuydu benim açımdan. İki bölümdür tekrarlanan “Seni yeneceğim” laflarının arasında dağlar kadar fark vardı. Geçen bölüm ciddiye alınmak için didinen acemi tasarımcı Defne’nin hezeyanlarıydı bunlar. Oysa bu hafta, devamlı Ömer’in peşinden koşan, bu arada da fırsatını bulduğunda neredeyse kibre varan aşırı özgüveniyle Ömer’e yüklenen şımarık kız çocuğu vardı karşımızda. Özetle ben, ‘bu’ Ömer ile ‘bu’ Defne’den birinin kazanmasını kesinlikle istemezdim. Benim gözümde ikisi de bu zavallı yarışta, tavırlarıyla kaybettiler.

Peki, biz bu Tramba travmasını neden yaşadık? Ömer’in güven eksikliği perçinlensin, bu arada hikaye kırılsın ve Defne oyun zincirinden kurtularak kendi doğru bildiği yolda ilerlesin diye değil mi? Ancak geldiğimiz noktada Neriman oyuna devam edileceğini söylüyor, bu yüzden parayı da almadan basıp gitti. Üstelik güven konusunun da üstüne düşülmüyor 3 bölümdür. Geçen hafta göz ardı etmek istedim; dramdan çıktığımız, biraz ferahlayacağımız için ama bu bölüm de birbirlerine yeniden güven duymalarını sağlayacak adımlar atılmadı henüz. Aceleci davranmak istemiyorum ama adımları bırakın, o yolun taşları bile dizilmedi daha. Bunlar bu vartayı atlatıp, yeniden nasıl el ele olacaklar diye kurup duruyorum devamlı.

Kuru kuru bir aşk değil biraz paylaşmak
Ya da bir şeyleri sevgiyle yaratmak
Yüreğinde ‘güven’ yol yol damar damar
Böyle bir düş için bile değer inan mutsuz olmak***
 
Elimizde konuşamamış olmanın, sır saklamanın yıktığı bir çift var. Ama henüz tüm bunlardan yeterince ders alamamışlar ki hala daha konuşamıyorlar, hala daha yanlış anlaşılmaların kurbanı oluyorlar! Birbirlerinin ne yaptıklarından doğru dürüst haberdar değiller. Defne, Ömer’in İz’i sadece iş amaçlı çağırdığını bilmiyor, sırf kendini unutmak için çağırdığını sanıyor. Üstelik çizim konusunda Ömer’i yeniden hırslandıranın İz olduğunu zannediyor. Hayatında bir yaprak bile uçuramadığını sandığı adamın çizim yapamamasının müsebbibi olduğundan da bihaber. Her şeyi geçtim, Sude’nin arkasından çevirdiği dolabı bilmiyor daha bu kız!

Ömer güzel bir oyun kurdu (üstelik bölümde anlayamadığım pek çok şeyin aksine flashbacke ihtiyaç duymadan ilk seferde anlayabilmiştim!), Sude’yi kendi silahıyla vurdu. Genç bir kızı insanların içinde rezil etmenin ne demek olduğunu yaşayarak öğrendi Sude Hanım. Etikti, değildi diye tartışmıyorum. Durup dururken Defne’ye saldırıp savaşı başlatan bir Sude varken, onun yaptıkları zaten hali hazırda etik değilken verilecek cevap da tam olarak böyle bir şey olmalıydı. Bazen gerçekten de karşınızdakinin dilinden konuşmak gerekiyor. Çünkü empati yoksunu insanlar kendilerini başkasının yerine koyarak onun hissettiklerini anlayamazlar, üstelik de Sude gibi gözlerini hırs bürümüşse. Bizzat edinilen tecrübe gibisi yoktur. Sude’yi daha çok hırslandırmak yerine, takkesini önüne koyup düşünmesine yol açarsa bu durum, daha da güzel olacak.
 
Kurulan oyun güzeldi de oyunu protokolden seyretmesi gereken neredeydi peki? Defne’ye bir nevi iade-i itibar edilirken neden gıyabında yaşandı tüm bu olanlar? Ha doğru, daha kendisini ifşa edenin Sude olduğunu bile bilmiyor ki, intikamının alındığını bilsin. Defne’nin öğrenmesini umut ettiklerimin yanına bunu da ekliyorum ki yaşananlar sadece “Ömer İplikçi Şov” olarak kalmasın. Çünkü bu olayın gerçek öznesi Defne idi, intikam konusunda da ana öğe olması gerekirken ancak bir zarf tümleci olarak yer bulabildi kendisine. Ömer, Sinan’a gururla kendi oyununu oynadığını söylerken bizim kız gene başkalarının kurduğu oyunda piyon olmaktan öteye gidemedi.

Halbuki Defne, bu sefer üzerinde potluk yapmasın diye kendi rolünü kendi biçecekti. 23.bölümün sonunda bize öyle söz vermişti.Yazdıklarım yayınlanmadan önce okuttuğum bir arkadaşım bana “Yazıların sadece Ömer ile Defne üzerine kurulu. Diğer karakterler sadece onları birincil derecede etkiliyorsa dahil oluyorlar.” diye eleştirmişti. Doğrudur; çünkü ben sadece sevdiklerim için enerji sarf etmeyi, bir şeyler yazıp onları iyi kötü değerlendirmeyi seviyorum. İlgi alanıma girmeyenleri yok saymayı tercih ediyorum. Bugüne kadar da Koray’ı çok sevsem de hakkında tek kelime etmedim. Çok gülüyordum zaten kendisine üstüne söyleyecek daha fazla sözüm yoktu. Ama bu bölüm seri halde üstüme gelince ben de bir geri çekildim. Sağanak halinde yağan yağmur değildir toprağı besleyen, aksine çisil çisil yağacak ki toprağa da usul usul sızabilsin. Yoksa çamur olur o toprak, akan selle birlikte de sürüklenip gider. Koray da böyle sağanak halinde yağınca bendeki sempatisinin bir kısmını alıp götürdü maalesef.

Farkındayım biraz sitemkâr oldu bu sefer yazdıklarım. Ama sitem sevgiden doğar neticede. Sevdiğiniz bir insanın göz göre göre bir hataya doğru koşmasını engellemek için çırpınır, yeri geldiğinde şefkatle konuşur yeri geldiğinde onu silkelemek için sesinizi yükseltirsiniz ya benimki de o hesap. Koriş’in zamanında dediği gibi; “Hassas ruhu kahrolmuş bir kadının naif hezeyanları bunlar!” Defne ve Ömer’le aramızda şimdilik camdan duvarlar var, ben dediklerini duydum bu bölüm ama anlayamadım. Dilerim onlar bu duvarları bir an önce kırarlar ve beni hem duyar hem de anlarlar.


*Aynı Yıldızın Altında, John Green
**Neden, Candan Erçetin
***Köprü, Sezen Aksu
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER