İmparatorluk kuranlar, parklara çadır kuranlar, gecekondu
yapanlar… Tehlikelerden, tehditlerden kaçanlar ya da daha iyi bir yaşamın umuduna
tutunanlar. Ya da hem kaçan hem de umudu olanlar…
Dünya üzerinde sözümüzün geçtiği, kapladığımız, uzanıp
erişebildiğimiz yerler gün geçtikçe küçülürken kuyruğu dik tutma çabasının
temsili İmparatorluk Kuranlar yahut
Şümürz.
Boris Vian’ın kıvrak zekâsı, sivri dili, alaycılığı,
pervasızlığı, umudu ve karamsarlığı bir arada. Kaleminin hassasiyetine
hayranlığım her okuyuşta biraz daha artıyor; belli ki bu artışın bir sonu olmayacak.
Çevirmen Ayberk Erkay’a da teşekkürlerim bitmez; yalnızca Boris Vian çevirileri
bile yeterdi bu koca teşekkürü dile getirmem için, oysa onun çeviri
külliyatında Camus, Molière, Koltes, Apollinaire gibi başka büyük isimler de var.
Oyunun metni için söylenecek ilk sözcük –Vian’ın tüm
eserlerinde olduğu gibi, burada da- “büyüleyici”. Ama İmparatorluk Kuranlar’daki bir tür kara büyü. Koyu karanlık,
karamsar bir ortam; adım adım kararmayı da sürdürmekte. Her aşamada daha kara,
daha umutsuz, bu nedenle daha unutkan, daha belirsiz, daha deli, daha delirtici…

Üst-orta sınıf bir aile, bir gürültüden kaçıyor; her
defasında daha yukarıya, daha küçük bir eve. Peki, ama gerçekte neden, kimden
kaçıyor, hangi sebeple? Bilmiyoruz. Biz ne dersek, ne istersek olabilir.
İşlenmiş bir suçtan, bir düşmandan, yoksulluktan, açlıktan… Siyasi iktidardan
belki, ya da toplumun dayatmalarından… Ne olduğu, neden olduğu belirsiz, ama
gittiği yeri görebiliyoruz biraz: her an kaçmaya odaklanıldığından aslında
zaman yok, bu yüzden yaşanamayan hayatlar, bir bir vazgeçilen düşler var
sahnede…
Şümürz’ün ne olduğu, kim olduğu belirsiz. Hatta var olup
olmadığı da… Ama oyunun en büyük parçası, olmazsa olmazı o: her şeye sebep olan
gürültünün kaynağı ya da gürültünün ta kendisi belki… Hayatımızın tam
ortasında duran, bizi belirleyen korkularımız
mı, etkisinden köşe bucak kaçtığımız tehlikeler
mi yoksa? Sessiz kaldıkça canını yakabildiğimiz, ama ona acı verdikçe bizi ürküten
mi? Yerimiz mi daralıyor yoksa o mu büyüyor günden güne? Daha uzağa gitmemizi
söyleyen bir uyarı mı, yoksa hiçbir
şeyin değişmeyeceğinin sembolü mü?
Hayatlarımız zaten zamanla eriyip tükenecek mi yoksa onu yok etmeye çalışırken
mi tükeniyoruz?
Vian bunları yanıtlamaz, o, karakterlerin yerini belirler ve
noktayı koyar. Okur adına karar vermeye yanaşmaz. Herkesin başka bir karar
verecek olmasını umursamaz, anlatmak istediğini anlatmış ve büyüyü yaratmıştır,
sonrasıyla ilgilenmez. Bu yüzden onun oyunlarını sahneye koymak, onu yeniden
oyunlaştırmaktır bir anlamda.
Hayal Perdesi’nin
İmparatorluk Kuranlar yahut Şümürz
yorumunu 9 Aralık’ta, İzmir’de izledim. Makedonyalı Aleksandar Popovski’nin yönettiği oyunda Reha Özcan, Selin İşcan,
Ayşe Lebriz, Selin Tekman, Tuba Karabey
ve Nihat Alptekin yer alıyor. Sven Jonke tarafından yapılan sahne
tasarımı gerçekten çok iyi, birkaç metre koli bandı ile yaratılan dünya,
tuğlalardan, tahtalardan daha gerçek, daha çarpıcı olmuş.
Oyun boyunca benim bütün dikkatim Reha Özcan’ın üzerindeydi, çünkü oyunun
bütün yükü –bence- baba karakterinin omuzlarındaydı, hem gerçek, hem de mecaz
anlamıyla. Ve sürpriz değil, Reha Özcan kusursuzdu. Ailesi adına tüm kararları
veren güçlü babayı da, kendisiyle çelişen nutuklarını atan içi boş burjuvayı da
hakkıyla canlandırdı.
Anneyi oynayan Ayşe Lebriz’i ben fazla teatral ve hikâyeden
fazla uzak buldum. Çizilen karaktere uygun olmayan bir yorum değil bu,
dolayısıyla bu bir eleştiri değil, tanımdır sadece. Kendimce hissettiğim
eksiklik, oyuncunun sınırlarını görememekti, bu da oyunla ilgili bir eleştiri
değil yine.
Zenobya karakterini canlandıran Tuba Karabey, zeki ve
isyankâr genç kızı başarıyla oynadı. Selin Tekman da hizmetçi Cruche rolünde
hatasızdı. Komşu Nihat Alptekin’i çok kısa gördük, öyle kısa ki görmesek de
olabilirdi. Zaten karikatürize bir rol olduğu için hakkında konuşmak zor.
Şümürz, sahneden hiç eksilmeyen ve her perdede biraz daha
büyüyen bir “şey”di. Selin İşcan, bu yokken var, varken yok “karakter”e
gerçekten can verdi. Hiç konuşmayan,
sürekli itilip kakılan ama yok edilemeyen, her türlü tedbire rağmen yine de paçalara dolanan Şümürz, sahnede büyüdü,
büyüdü, büyüdü… Oyunun kendisinden daha büyüleyici olan, Şümürz hakkında
düşünebildiklerimizdi zaten. Selin İşcan gibi güzel bir kadının, bilinmezlerle
dolu, “bakılmayacak kadar çirkin” Şümürz’e
bürünmesi ise hem büyüleyici hem de ürkütücü. Onun inlemeleri ve mimikleri ile
oyuna kattıkları ise yepyeni bir Sümürz tartışması başlatabilecek yeni sorular
koyuyor önümüze: Ya Şümürz de bizim ondan korktuğumuz kadar korkuyorsa bizden?
Ya o da kaçmaya çalışıyorsa? Ya tehlike bizsek? Ya gürültüyü biz yapıyorsak? Ya
Şümürz, kaçmayı başaramadığımız gölgemiz, bakmaya korktuğumuz aynaysa? Ya bütün
bu trajedinin sebebi onunla yüz yüze gelmeyi beceremeyişimizse? Ya bütün
aradığımız iki lafın belini kırmaksa? Konuşmayı becerebildiğimizde çözülecekse
sorunlar?
