Netflix yedi bölümlük bir mini seri katmış koleksiyonuna- Godless.
Hız tutkunları hikâyenin rahvan yürüyen hâlini sıkıcı
bulacaktır belki ama seyircide bir ‘uğunma hâli’ yarattığını düşündüğüm bu yürüyüşün,
sabredeni vaadedilmiş topraklara götürme olasılığı göz ardı edilmemeli.
Tren tekerlerinin raylarda çıkardığı o yeknesak ses vardır hani,
ya da modern zamanların tekdüze akan ‘davul ve bas’ müziği —bu hikâye de öyle
biraz. Uğunma hâlinden kastım o. Seyrederken uğunuyorsunuz, bir kere uğunduktan
sonra da seyretmekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi.
Scott Frank kendi
yazdığı senaryoyu çekmiş. Senaristin hâyal ettiği ile rejisörün hayata
geçirdiği arasında fark olmayınca, biz de tasarlanan hikâyenin en saf hâlini
seyretmiş oluyoruz. Az bulunur bir lezzet. Daha helveli bir film cümlesi ile
yola çıkabilmiş olsa, klasikler arasına girme şansı bile varmış bence işin. Çok
yaklaşmış.
Scott Bey hikâyesini düğüm olmuş bir yün topağı şeklinde
açmayı tercih etmiş. Projesini bir bütün olarak beğendirmiş ve satmış olmanın
rahatlığıyla da, hiç acele etmeden, her bölümde bir ikisinin ucundan tutarak çözmeye
koyulmuş. Acele etmemekle de çok iyi etmiş. Bütün olarak Godless “damakta bitişi uzun ve yoğun” diye tarif edilen şaraplar
gibi olmuş.
Şu ‘acele etmeme’ meselesini de açayım: Dizi film
ananesindeki “bu kadar yeter, yan hikâyeye geçelim, sonra yine döneriz buraya” adlı
öğrenilmiş çaresizliğe –yukarıda bahsettiğim rahatlık önemli tabii– takılıp
kalmamış. Kimi zaman karakterlerinden birinin hikâyesini ‘normal’ dizi
kurgusunun emrettiğinden çok daha uzun bir sekans halinde işlemiş. Böyle riskli
bir işe kalkışan senarist ve/ya rejisör, seyircinin ‘diğerlerinin ne yaptığını
merak etme’ zamanlamasını çok iyi ayarlamakla mükelleftir. Scott Bey bu riski
göze almış, ve bence aritmetik denklemini de iyi kurmuş.
Aktörleri de çok yardımcı olmuş Scott Bey’e. Frank Griffin
rolünde Jeff Daniles döktürmüş, dramalarda
bile komediye göz kırpan oyununa takla attırmış. Bunda yumuşak yüzünü sakladığı
sakalın katkısı büyük, kim akıl ettiyse tebrikler.
Merritt Wewer’ın
Mary Agnes’ine bayıldım. Erken dönem Vahşi Batı Sappho’su olmuş. Çok yakışmış.
Tantoo Cardinal de
Cree yerlisi soyunun bütün bilgeliğini yerli nine karakterine ödünç vermiş, şahane
oynamış –torunun ata bindiği sahnedeki el hareketine ve “ben öteki gözüne nişan
almıştım” sahnesindeki ‘çapkın’ oyunculuğuna dikkât. Spoiler yok, merak
etmeyin.
Benim için nazar boncuğu niyetine tek can sıkıcı şey,
baştaki birkaç bölümde karakterlerin neredeyse tamamının Dede Korkut gibi
konuşmaya çalışması. Allahtan, rejisör senaristi uyarmış da bu yanlıştan çabuk
dönmüşler. İlerleyen bölümlerde insan şeklinde konuşuyor karakterler.
Steven Soderberg’in
de yapımcıları arasında olduğu bu ‘filmik dizinin’ müzikleri ve sahnelerdeki
ses tasarımları da başarılı. Kulağıma çalınan tınılar yüzünden müzisyenin bir
Ortadoğu geçmişi olduğunu tahmin etmiştim, ama tahminimde yanılmışım –Carlos Rafael Rivera doğma büyüme
Amerikalıymış. Müzikte coğrafya arayan bana da ders olsun.
Bir takdir de görüntü yönetmeni Steven Meizler’e. Scott Frank’in yazarken hayâl edip çekerken tarif
ettiği ne varsa hepsini fevkalâde yakalamış –seyrederken “Bravo, bu sahnenin
hakkı bu kamera hareketiydi” dedirtiyor insana.
İyi iş olmuş bence. Bir hafta sonu maraton yapıp bütün bölümleri
peş peşe, uzun bir film gibi seyredin, seveceksiniz.