İlk bölümden
radara çivileme dalış yapanlarda sırada Selahattin Paşalı var. “Neye göre, kime
göre? Bir oyunculuk meşalesi var da gelecekte ona mı uzatacağız? Oyunculuk
dünyasını mı kurtaracak ki umut vaat ediyor?” gibi türlü didiklemelere maruz
kalan “umut vaat eden oyuncu” sıfatını Kalp
Atışı izleyicileri kendisine iftiharla takdim etti. Hayatımızın hiçbir
anında “yarış atı” misyonumuzu kaybetmediğimizi hatırlatan bu etiketi hem
sevmem hem de garip şekilde ithaf edildiği oyuncuyla kendimmişçesine gurur
duyarım; hele de performansına tanık olmuşsam. Selahattin Paşalı benim için
yormadan, eğlendiğini oyunculuğuna yansıtan, rahat, içten, “Hey, bakın ben
oynuyorum ve ilk deneyimimde en iyisini yapmak istiyorum” güdüsünü çomağa
dönüştürmeyen; tersine “Nasıl yani; ilk oyunculuk deneyimi mi?” dedirten
kategorinin tepesinde yer alıyor şu an. Durum böyle olunca, arama motorları da
kendisiyle ilgili bilgi yoksunluğu yaşayınca “Selahattin Paşalı röportajı
yapmalı” demek kaçınılmaz oldu.
Böylece ilk teaser’ını izleyince “Asla izlemem”
dediğim ancak fragmanıyla kalbimi çalan, ilk bölümüyle de gönlüme taht kuran Kalp Atışı’nın Alp’iyle Asmalımescit’te
bir araya geldik. Fotoğraf çekimi sırasında adeta “Allah’ım yer yarılsa da beni
içine alsa; o sırada bu çekim bitse” diyecek kadar tedirgin ve odakta olmayı
sevmeyen, tevazu sahibi ve röportaja sohbetin tamamını taşıyamamama neden
olacak kadar da kelimenin gerçek anlamıyla doğal biri. Onun için
sanatın herhangi bir dalının üretici kısmında olmak yeterli. Budapeşte’de
öğrenim gördüğü sanat yönetimi bölümünden mezun olduktan sonra galeri veya
fuarlarda küratör veya rehber olmamasının nedeni de bu. Doğu Avrupa’nın bu
mistik şehrinde çekilen bir kısa film, onu oyunculuğa yöneltiyor ve “Asla geri
dönmem” dediği İstanbul’a yeniden dönerek kendini önce Craft’ın zorlayıcı ama
bir o kadar besleyici kollarında, ardından da Yusuf Pirhasan (Türkiye’de Michel
Gondry dünyası yaratabilecek birini arıyoruz ilanının başlıca adresi gönlümde;
böyle bir ilan da neden çıkılacaksa?! Ayrıca Alper Canıgüz’ün Alper Kamu’su
günün birinde üç boyutlu olacaksa Pirhasan’a emanet edilsin lütfen) rejisindeki
Kalp Atışı’nın setinde buluyor. Sonra
mı? Sonrası, şu anki yolculuğu ve öncesi için söz Selahattin Paşalı’nın
kendisinde.

● “Bu, ilk röportajım” dedin, senden çok ben
heyecanlandım şu an (gülüyoruz.) Elimde 1990 Bodrum doğumlu olduğun,
Budapeşte’de sanat yönetimi okuduğun, yeğenlerine çok düşkün olduğun ve de Craft’ta
eğitim aldığın dışında herhangi bir veri yok. Bu nedenle Bodrum’dan
Budapeşte’ye uzanan yolculukla başlayalım.
Budapeşte’den
önce İstanbul’da bir mola verdim. 14 yaşında İstanbul’a geldim basketbol için.
4 yıl boyunca Darüşşafaka’nın altyapısında oynadım. Sonra, basketbol maceram
sona erdi. 18 yaşındaydım ve ne yapacağımı da bilmiyordum. Malum o yaşlarda
arayış hep devam ediyor. Bu sırada yüzde 50 burslu olarak Bahçeşehir
Üniversitesi İşletme Bölümü’nü kazandım ama gitmedim. Ağabeyim Sabancı
Üniversitesi’ni birincilikle bitirdikten sonra başarı bursu alarak yurt dışına
gitti. Şimdi Birleşmiş Milletler’de görevli ve eşiyle beraber Etiyopya’da
yaşıyor. O benim vizyonumu açtı, zaten yurt dışına adım atar atmaz bana da
bulunduğu tek öneri; “Bulunduğun alandan dışarı adım at, yurt dışına çık ve
ufuk açıcı deneyimler yaşa” olmuştur. Ben de onun tavsiyesine uydum ve
Budapeşte’ye gittim.
● Neden Budapeşte? Malum söz konusu yurt dışı
olduğunda Londra, New York, Paris ve Milano dörtlüsü arasında seçim yapılır.
İşte, galiba
tam da bu nedenle o şehirlerden birine gitmedim. Etrafımda hep Londra ya da New
York’a giden insanlar vardı. Onlardan olmak istemedim, kararlarına saygı
duymakla birlikte açıkçası bana pek de “özgür” bir karar gelmiyor bu, genelde
oralar “makbul” görüldüğü için herkes tercih ediyor. Ben de farklı bir seçim
yapmak istedim. Zaten Doğu Avrupa kültürünü de merak ediyordum.
● Doğu Avrupa kültürüne seni çeken unsur ne oldu?
Hangi yönü özellikle sende ilgi uyandırmıştı?
Tarih ve
mimari özellikleri bende ilgi ve merak uyandırdı. Gotikten Rönesans'a,
Barok'tan Art Nouveau'ya kadar birçok akıma rastlıyorsun. Bu müthiş bir
zenginlik. Üstü açık bir müze içerisinde yaşıyor gibisin. Ayrıca Osmanlı yüz
seneden fazla Macaristan topraklarında yaşadı. Gül Baba türbesi var mesela
Buda'da. Kale bölgesindeki Matthias Church zamanında camiymiş. Sokak
isimlerinde “Attila” adıyla karşılaşıyorsun. Ayrıca dil olarak da Fince ile de
beraber aynı kökenden geliyoruz. Birçok ortak kelimemiz var.
Tüm bunlar
eğitim için Budapeşte’ye gitmeme sebep oldu. “Çok entelektüelim” veya “sofistikeyim”
şeklinde asla ahkam kesemem ama sanata karşı hep ilgili ve meraklıydım. Bununla
birlikte hiç bilgimin olmadığı bir şey yapmak istedim. Üniversite seçimleri
sırasında babam istediği için işletme bölümünü tercih etmiştim. Ancak bu sefer
kendim karar vermek istedim ve sanat yönetimi bölümünü seçtim. Yurt dışına
gitmek tek başına gerçekten ufuk açıcı ve çok iyi bir deneyim. Düşünsene, kimse
seni tanımıyor ve sıfırdan başlayarak kendine yeni bir kimlik yaratabiliyorsun.
Kendi seçimlerinin sonucunu yaşıyorsun. Hoş, İstanbul’a da 14 yaşımda kendi
isteğimle geldim ve ailem de destek vermişti. Ancak Budapeşte bu açıdan yine de
bambaşkaydı benim için. 14 yaşındayken basketbolla ilgili hayallerim vardı. Kurumsal
hayatı hiç düşünmedim, yapamam da zaten. Yeteneklerim üzerinden bir şeyler
yapmaya, yolumu öyle bulmaya çalıştım ve hâlâ da buna devam ediyorum. Budapeşte’deki
dört yıllık üniversite eğitimim boyunca sanat fuarında ve bir galeride çalıştım.
Bilgi ve vizyon açısından cebimi iyice doldurarak da İstanbul’a döndüm.
● Hem Budapeşte’de hem de sanat yönetimi bölümünde
okumak sana nasıl kazanımlar sağladı?
Belki biraz
kaba tabir olacak ama “popcorn” biri olmak istemiyorum. Bunun için de kendimi
sanatla ve psikolojiyle doldurmaya çalışıyorum. Ressamların ve düşünürlerin
neye karşı, hangi akımı başlattıklarını keşfetmek sana vizyon katıyor. Gözün
gelişiyor; giyiminden yemeğe gittiğin restoranı yorumlayış şekline kadar pek
çok şeyi etkiliyor. Sınırların genişliyor, daha boyutlu görüyorsun her şeyi.
Benim okuduğum bölümde işletmeyle sanatı birleştirmişler gibiydi. Öyle müthiş
bir sanat tarihi eğitimi söz konusu değildi. O nedenle piri olduğumu
söyleyemem. Fakat sanat okuduğunda çevrenin değiştiğini rahatlıkla
söyleyebilirim. Düşünen ve sorgulayan insanlarla berabersin. Dinden felsefeye,
sanattan matematiğe; pek çok konuda hepsinin fikirlerinden bir şeyler alınca bu
sefer sen de düşünmeye ve sorgulamaya başlıyorsun. Öyle öyle de yolunu buluyorsun
galiba diye düşünüyorum.
● Ağabeyinin başarısından bahsettin; aranızda kaç yaş
fark var? Hiç ailende, “Bak, ağabeyin böyleydi. Sen de biraz en azından o yönde
ilerlesen” gibi bir yorumla karşılaştın mı? Malum ailede biri başarılı oldu mu,
ondan küçük olanların da kuğu gibi onu takip etmesi beklenir.
Ağabeyim
benden beş yaş büyük. Ben galiba hep aykırıydım ailede (gülüyor.) Annemle
babama minnettarım çünkü bizi hiç kıyaslamadılar. “Ağabeyin böyle; evet,
üniversiteyi birincilikle bitirdi, adam zehir gibi ama biz de seni olduğun gibi
seviyoruz” diyerek kendi seçimlerimi yapma şansı tanıdılar bana. Hatta beni
daha çok seviyorlar bence (gülüyor.) Ağabeyim yurt dışına erken gitti, ondan
uzakta büyüdüm. Bir ara babam, “Ağabeyin böyle…” şeklinde başlayan cümleler
kurmuştu. Ancak asla diretme vs. olmadı. Ona sundukları fırsatların hepsini
bana da sundular. Çok şanslıyım ailem konusunda.
● Craft Atölye ile yolların nasıl kesişti?
Budapeşte’deyken
bir arkadaşımın bitirme projesi vardı. Mevlana ve tasavvufa ilgim olmuştur hep,
bir gün de sınıfa sunum yapmıştım. Arkadaşım da anlattıklarımdan çok
etkilenmiş, bitirme projesi zamanında bana gelip, “Sen bizimle paylaştıkların
kıvamında bir şeyler yaz. Biz de ona belgesel tadında bir kısa film yapalım”
demişti. Filmde fonda benim sesimden şiir duyuyoruz ve şehirde çekilmiş
görüntülerim var. Bu filmi çektikten sonra oyunculuk hafiften kanıma girdi.
Kendimi görmek ve de ürettiğim bir şeyi izliyor olmak hoşuma gitti.
“Çocukluğumdan beri oyunculuk yapmak istiyordum” gibi bir durum bende olmasa da
en nihayetinde televizyon çağı çocuklarıyız; kendini orada görmeyi hayal
ediyorsun bir yandan da. Üniversite bitince sanat galerisinde veya fuarda
çalışıp orada sanat eserlerini anlatacak biri olmadığımı fark ettim. Daha
interaktif ve de insana dair bir şey yapmak ve de üretici tarafına geçmek
istiyordum. Bugüne kadar hep izleyici tarafında kaldım. Ressamlarla birlikte
vakit geçirince onlara özendim ister istemez ama resim yapma yeteneğim de
olmadı hiç. Bir şekilde üretmek isteyince İstanbul’a geldim ben de.
O dönemki
kız arkadaşım Craft’tan bahsetti. Ancak çok zorlayıcı olduğu konusunda da
uyardı. İçinde batacağımı bilsem bile zorun üzerine gitmeyi tercih ettim hep. Direkt
sadece kamera önü oyunculuğu eğitimi de almak istemedim. Tiyatro olması hoşuma
gitti. Eric Morris tekniğinden biraz bahsettiler, eğitmenlerden İpek Bilgin ve
Çağ Çalışkur’u duyunca zaten akan sular durdu. Onlara da güvenerek başladım.
İlk etapta senin kendini ve vücudunu tanımanı sağlayan, kapalı taraflarını,
yarattığın veya toplum baskısıyla yaratılan blokajların çözülmesine odaklanan
bir eğitim sürecinden geçtim ve bu bana çok iyi geldi. Hayatı ve insanı
konuştuk hep. Herkesin hikâyesini dinledik, çok güzel ve de sağlam dostluklar
kurduk. Empati ve de gözlem yeteneğim ciddi anlamda arttı. Ve ardından da
oyunculuk metotları üzerinden bugüne geldim. Dört ayım kaldı, ocak ayında
bitecek bir aksilik çıkmazsa ve sonra da mezuniyet projemi teslim edeceğim.
Ondan sonra da günün birinde eğitim aldığım yerde tiyatro oyununda rol alma şansım
olursa çok sevinirim.
● Craft’ta başarılı olmadığında o kuru bir daha
okumak zorunda kalıyorsun ki bu da öğrencinin kendiyle mücadele etmesini
sağlıyor. Bununla birlikte işin bahsettiğin gibi o ilk etabı, kişisel gelişim
aşaması da yoğun ve de yorucu olmalı. Bu açıdan Craft’ın seni en zorlayan ve de
besleyen yanı ne oldu?
İyi bir
öğrenci olduğuma inanıyorum. Eğitmenlerimin de bana güvendiğini ve beni
zorladıklarını hissettiğim zaman “zorluk” terimi ortadan kalkıyor. Daha fazla
mücadele etmem lâzım. Bende bir şeyler görüyorlar ki benimle uğraşıyorlar ve
gerekirse beni zorluyorlar. Eğitimin benim için en güç kısmı, kendime dair bir
şeyler keşfettiğim, geçmişi hatırladığım, travmalarımı eğer varsa eşelediğim
kısımdı. Onları keşfettiğim zamanki psikolojim beni zorladı. Onun haricinde
zaten hep çalıştığın sürece seni yıldıracak bir şeyle karşılaşmıyorsun. Bazı
şeyleri keşfettiğimde, “Belki de bu kadar derinliklerine gitmemeliydim” dedim. Çünkü
yüzleşmek istemiyorsun ve de korkuyorsun. Eğitmenlerimizi aradığımı
hatırlıyorum; “Ben galiba yapamayacağım, bu sahneyi oynayamayacağım” diye. Ancak
onları çözmemem gerektiğini, onlar sayesinde oynayabildiğimi keşfettim. Bu,
beni en besleyen yanı oldu. Çünkü o esnada Craft’ta olmasam psikolog koltuğunda
uzanmış olabilirdim (gülüyor.) Her şeyi yaşayarak öğrenmeni sağlıyorlar. Mükemmeliyetçi
olmam ve sürekli kendimi zorlamam da Craft’ın güçlüklerini kırdı. Çünkü bizzat
kendim zaten kendimi sürekli uğraştırıyorum (gülüyor.)
● Sendeki de nasıl bir kombinasyon; hem idealistsin,
hem mükemmeliyetçisin ama bir o kadar da rahat ve her şeyi akışına bırakan
birisin. Şunu söylerken ben bile yoruldum (gülüyoruz.)
Hep çelişki,
her şeyim öyle. Ya siyah ya da beyaz; hep bu uçlardan besleniyorum.
● O alanlara hiç girmeden bugün buluşmamıza vesile
olan asıl gündeme gelelim; Kalp Atışı. Diziye
nasıl dâhil oldun?
2011 yılında
Kelebekler Vadisi’ne gitmiştim. Orada yan çadırımda bugün Kalp Atışı’nın da cast’ını yapan cast direktörü Hülya Çelen vardı.
Budapeşte’ye gitmemiştim henüz o dönem ve oyunculuk aklımın ucundan bile
geçmiyordu. Bir şekilde tanıştık ve sohbet ettik, çok sevdik birbirimizi.
Budapeşte’de oynadığım kısa filmi ilk ona göndermiştim. İstanbul’a döndüğümde
artık oyunculuğu deneyimlemek istediğimi biliyordu. O da hep destekledi beni.
Sonra irtibat kuruldu. Alp karakterine uygun görmüşler. Bu arada Craft’ta eğer
hazır olduğunu görmüyorlarsa seni bırakmıyorlar, iyiliğin için bekletiyorlar.
Mesela birinci yılın sonunda beni audition’lara geç gönderdiler, pişmemi
istediler.
● İlk audition’ını hatırlıyor musun?
Hatırlamıyorum
(gülüyor.) Kara delik orası bende. Ancak audition’larla birlikte kendime dair
keşfettiğim bir durum oldu. İç anksiyetemden ötürü hep tedirginlik vardı
hayatımda ve bu da konuşurken tutuk olmama yol açıyordu. Mesela şu an seninle
bu sohbetimiz nereye gidecek bilmiyorum, bir sonraki sorunun ne olacağına dair
en ufak bir fikrim yok ama sahnede ya da kamera önünde nereye taşıyacağını
biliyorsun. İşte, bu da bende bir rahatlık yaratıyor. Evet, kameranın verdiği
bir gerginlik de oluyor ama onu aştıktan sonra o karaktere dönüştüğümde
rahatlıyorum. Mesela ben de Selahattin olarak ne yapacağımı bilmiyorum bu
hayatta. Yarın ne olacağını düşünmüyorum o yüzden ama Alp’in yarın ne
yapacağını ya da nasıl hissedeceğini biliyorum. İlk audition’da kesin
gerginimdir, hatta takılmışımdır da; kısacası bir şeyler olmuştur (gülüyor.) Fakat
artık kameraya bayağı alıştım. Kalp
Atışı, benim için tecrübe açısından muazzam bir iş oldu. Yönetmenlerimiz
Yusuf Pirhasan ve Aytaç Çiçek çok iyi. Oyuncuyu nasıl rahatlatacakları ve en
deneyimsizden bile tereyağından kıl çeker gibi nasıl oyun alabilecekleri
konusunda ustalar. Sana değer veriyorlar ve bence bu çok değerli. Mesela Yusuf
Hoca sette beni, kendime sinirlenirken gördüğünde, “Hey, sakin ol dostum!
Tiyatro yapmıyoruz burada, istiyorsan 100 kere çekeriz. Şimdi rahatla” diyerek
yanıma geliyor. Bir de İngiliz kökenli olduğu için bu şivesine de yansıyor, sen
de o öyle konuşunca iyice rahatlıyorsun (gülüyor.) Görüntü yönetmenleriyle
sohbet ediyorum hep. Onlar da bana çok yardımcı oluyorlar. Her şey gerçekten
çok keyifli ilerliyor.
● Kağıt üzerindeki Alp, senin şu an çizdiğine göre
daha farklıydı galiba.
Açıkçası
benim planladığım gibi olmadı hiç. Kağıt üstündeki Alp yakışıklı, para kazanmak
için modellik yapan, flörtöz bir doktordu. Tiyatroya bir şekilde bulaştığında
karakter analizinde bile cümle cümle içine girip “Burada ne demek istedi?”
sorusunun cevabını arayarak çözümleme yapıyorsun. Mesela ilk başta bana göre
bir tık burnu havada gibi geldi. Çünkü yaptığı en ufak şeyden bile övünüyor.
Mesela dikiş attığında “Şunlara bak” diye hemen çevresindekilere gösteriyor. Fakat
kısa sürede daha tatlı, sempatik birine doğru evrildi. Biz o sivri yanlarını
yonttuk biraz.
● Dördüncü bölümde de Alp’in ilk travmasıyla
yüzleştik; aile kavramının hayatında olmaması.
Aslında
dördüncü bölümde Alp’in dönüştüğü o karakter, benim oyunculukta da güvenli
alanım. Öfke, kırılganlık gibi duygular benim için oyunculukta çok değerli
malzemeler. Bu nedenle de in-your-face akımı oyunlar çok hoşuma gider. İşin
komedi boyutunda karikatüre gitmekten hep korktum. Yönetmenler, “Sen buranın
tatlı çocuğusun” diyorlardı. Şimdi tatlı olayım derken de abartmak istemiyorum.
Bu nedenle sakin kalmaya ve naçizane kendi sempatik yanımdan bir şeyler katmaya
çalıştım. Alp’in yetim olduğunu bilmiyordum ilk başta, dördüncü bölüm senaryosu
geldiğinde öğrendim. Bir de etkisinde kalmayayım diye orijinal Kore versiyonunu
da izlememiştim. Bu yüzden o bölümde biraz gerildim ama sete çıkmadan önce İpek
Bilgin’in nasihatleriyle birlikte tüm ekip bana yol gösterici oldu. “Gerçekten
ilk dizin mi?” yorumları beni gururlandırıyor.
● İpek Bilgin ne gibi önerilerde bulundu? Oyunculuğunu
ilk değerlendirdiği anı hatırlıyor musun? Nasıl bir yorumla karşılaşmıştın?
İpek Hoca'nın
dersleri çok değerli, dolayısıyla öğrendiklerim bana kalsın (gülüyor.) İpek
Bilgin oyunculuğun sakinken yapılacağını söyler. 10 üzerinden 3-4 seviye
heyecan olacak tabii ki. Sakin olmam ve eğlenmem için söz istedi. Asıl
önerileri bana kalsın, bu konuda ketumum (gülüyor.)
İlk
dersimizi hatırlıyorum. Sahneye ilk beni kaldırmıştı. Tanıştıktan sonra bir
egzersiz yaparken yarıda durdurdu ve işte oyunculuk bu sakinlikte yapılır
demişti. Beni çok önemsedi ve ilgilendi. Daha iyi olabilmem için hep zorladı.
Ona minnettarım.
● Vatanım
Sensin dizisinde ekrana yansımadan önce
HiLeon (Hilal & Leon) ship’i doğdu ve büyük bir fan kitlesi oluştu. Şimdi
de aynı durum Esma & Alp ikilisi için geçerli olmaya başladı. İzleyici daha
karşılıklı sahnenizi görmeden sizi birbirinize yakıştırdı. Nasıl yorumluyorsun
bu durumu?
Açıkçası ben
de çok şaşırdım bir anda EsAlp gibi bir fan kitlesinin çıkmasına (gülüyor.) Yakıştırmaları
çok güzel, Esma ve Alp karakterinin sevildiğini hissediyoruz. Bu da bir oyuncu
için sıcak bir motivasyon kaynağı. Ancak açıkçası fan kelimesine hâlâ
alışabilmiş değilim. Yolda karşılaştığım izleyicilerin tebessümleri,
beğenilerini dile getirmeleri, fotoğraf çektirmek istemeleri işin tatlı meyveleri.
Ancak fan kavramı, biraz kutsallaştırmaya gidince onu anlayamıyorum. Her biri
gencecik, pırıl pırıl insanlar ve aralarında yarının ödüllü oyuncuları var kim
bilir. Onların, ekranda gördüklerini hayatlarının merkezine yerleştirmeleri
beni biraz şaşırtıyor. Bunu doğru kelimelerle ifade etmem çok önemli şu an,
gerildim yine (gülüyor.) En iyisi yaşadığım bir örnekle bunu anlatayım.
Hastanedeki çekimlere izleyiciler akın ediyor. Ve set aralarında mutlaka her
biriyle fotoğraf çekiliyorum. Geçenlerde birine sarıldım, nasıl titriyor
biliyor musun; tarif dahi edemem. Heyecanından kamerayı açamadı. Şimdi böyle
bir duruma nasıl şaşırmayayım? Ben de onun gibi etten kemikten biriyim. Sevilmek
gerçekten çok değerli, bu nedenle mutluluğumu anlatamam. Ancak hayatı bu denli
etkileyecek kadar büyütmemekte de fayda var bence. Bir de illüzyon gibi geliyor
bana tüm bunlar. Oyuncu dünyasıyla ilgili genel geçer kodlara baktığında herkes
çok mutlu, güzel yemekler yiyor, tatillere çıkıyor, selfieler çekiyor. Hayır,
hiçbir şey güllük gülistanlık değil ki; senin yaşadığın sorunu benim de yaşama
ihtimalim var. Mesela selfie’yi de sevmiyorum ve hiç çekmedim. Bir yere
gittiğimde kendi çapımda sanatsal fotoğraflar çekmeyi seviyorum. Ancak bir noktadan
sonra tüm bunlar işin bir paydası olduğu için ona kendince uyman gerekiyor.
Geriyor bu konular beni (gülüyor.)
● O zaman ilk sahnenin çekildiği güne dönelim;
“Kamera” ve “kestik” denildiği iki an arasında neler yaşandı?
İlk sahnem
Öykü’nün (Karayel) herkesi dövdüğü andı. Ve o gün öğlen 2’de sete geldik,
ertesi gün sabaha karşı 5’te ilk repliğimi verdim. Mafya babalarını görüp
elimdeki aleti atıyorum o sahnede ve flörtleştiğim kıza da “Yine
görüşemeyeceğiz, acil bana kaldı” gibi bir cümle kuruyorum. Bu sahne
steadycam’le çekildi. Ortada kocaman bir teçhizatı yüklenmiş koşan bir adam var
ve nereden gördüğünü hiç bilmiyorum. Steadycam’le ilk defa o an tanıştım. Bu
sırada Yusuf Hoca gelip, “Sana çok büyük gol atıyorum” dedi. Ben de bir
afalladım ve anlamadım. “İlk sahnende en zor olay sende çünkü seninle bitiyor.
Bir yanlış yaparsan hepsini baştan çekeceğiz” deyip gitti. Tabii ben terlemeye
başladım. O kadar insan, sabah 5 olmuş, herkes yüzüne bakıyor. Benden öncekiler
tıkır tıkır işliyor. Sıra bana gelirken Yaradan’a sığındım orada bir ufaktan
(gülüyor.) Ve “kestik” denildiğinde derin bir oh çektim.
● Steadycam’le ilk defa karşılaştığından bahsettin.
Sette teknik açıdan afalladığın veya garipsediğin bir terim olmuş muydu?
“Fasından
alacağız.” Bunu dediklerinde soluğu Öykü’nün yanında almıştım. Zaten böyle
durumlarda direkt ona soruyorum. Egodan tamamen arınmış, işini hem büyük bir
disiplin hem de keyifle yapan mükemmel bir oyuncu bence. Bana çok yardımı
oluyor. Sahnem olmadığında da terim veya oyun öğreneyim, deneyimleyeyim diye
sete gidip mutlaka çekimleri izliyorum.
● İşin tıp boyutu açısından herhangi bir hazırlığınız
oldu mu? Medikal dram izlemiş miydin hiç?
Bizi aslında
ameliyata sokacaklardı ama zamanlar uyuşmadı. Öykü ve Gökhan (Alkan) izlediler.
Ben de senaryo ilk geldiğinde terimleri araştırdım. Geçmişte House M.D.’ye biraz bakmıştım. Bu diziye
kabul edilince hasta geldiğinde doktorların tutumu nasıl, kötü haberi nasıl
veriyorlar gibi durumları görmek için tekrar izledim. Kalp Atışı’yla birlikte “İyi ki tıp okumamışım” dedim (gülüyor.) Adamın
içinden demirin girdiği ve sırtından çıktığı anı hatırlatırım. Beni normalde
kan tutar bir de. Diziye başlarken Yusuf Hoca ilk “Herhalde kimseyi kan
tutmuyordur” dediğinde korkudan direkt “Yok canım” nidaları yükselmişti
(gülüyor.)
● Seni zorlayan ve de tekrarı alınan sahne
hangisiydi?
En çok
zorlandığım sahne şarkı söylediğim sahneydi. Sesime hiç güvenmiyorum ve sahneyi
çekerken büyük blokaj yedim. Kitlenme geldi. Aytaç Hoca (Çiçek), “Söz veriyorum
kötü gözükmeyecek, eğlendir burayı, içerisi çok sıcak, n’olur söyle!” diye diye
bir şeyler yaptım (gülüyor.) En çok tekrar alınan da galiba dikiş diktiğim
sahne. El yatkınlığım da hiç yoktur ve o sahneden önce fırça yemiştim. Dikiş
yapmazken yapıyor gibi gözükmek zorladı beni.
● Sette oyunculuğuna dair seni mutlu eden yorumu ilk
kimden aldın?
Öykü’den.
Bir sahne arasında Öykü’ye gidip “Ben kameraya ne zaman alışırım tam anlamıyla?
Bu benim ilk işim” demiştim. Öykü de, “Bu senin ilk işin mi? Hiç öyle
gözükmüyorsun ama” demişti. Yusuf Hoca’dan da aynı yorumu duydum. Bu da beni
inanılmaz mutlu ediyor ve daha da iyi olmak için kendimle mücadele ediyorum.
● Yoğun bir set temponuz var; her bölümü izleme
şansın oluyor mu ya da en azından senin olduğun tüm sahneleri? İzlediğinde “Ah!
Burada ne yapmışım?” diye çıldırdığın bir sahnen oldu mu?
Her bölümü
izledim şu ana kadar. Bunun için çabalıyorum da. Genelde kendi kendime
konuştuğum sahnelerimde çıldırıyorum. Çünkü bir şeyler havada kalıyor.
Geçenlerde Friends izliyordum. Mesela
orada karakter içinden konuşuyor ve gözleri iş yapıyor. Alp’in bilgisayar
başında Eylül’ü araştırıp kendi kendine konuştuğu sahnede ne yapacağımı
bilememiştim. Sonuçta bir başımıza kaldığımızda sesli konuştuğumuz anlar
nadirdir. O bana şizofreni gibi geliyor. Bir de benim postürümde sorun var.
Boynumu karabatak misali biraz öne doğru uzatıyorum istemsiz. Craft’ta dans
dersinde de öyleydim. Dik duramıyorum. Sette kayıt dendiği an dik durmayı
unutuyorum, oyuna odaklanıyorum. Kameramanlar kızıyor bazen bizi unuttun diye
(gülüyor.)
● Bugüne kadarki tüm sahnelerini düşün; birinde her
şeyi dondurduk. Yönetmen de sensin, Alp de. Seçtiğin sahneye bir farklılık
katacak, bir şeyi değiştireceksin. Ne olurdu bu?
Samo (Başar
Doğusoy) bu kadar kafama vurmasa olurdu, vallahi de olurdu (gülüyor.) Craft’ta
“gerçekten vur” derler öyle sahnelerde. Benim de Kalp Atışı setindeki ilk günüm, iyi oynamak ve de o sahnenin
gerçekçi olmasını istiyorum. Başar’a “Vur abi!” deyip durdum. Başar da
yapamayacağını söylüyor. En sonunda o tedirginliğini kırdı ve vurdu gerçekten.
Ancak o kadar çok tekrar alındı ki eve gittiğimde başım zonkluyordu hâlâ.
Buradan Başar’a selam olsun. Adamın tabiri caizse normali komik. Kendisiyle
dalga geçebilen biri ve öyle insanlara da hayranımdır. Ben de kendimle dalga
geçmeyi severim. Başar, ben ve Barış (Aytaç) iyi birer arkadaş olduk. Barış’la
da basın danışmanım Seda (Altuner) vasıtasıyla tanışmıştım daha önce. O da beni
hep destekliyor sağolsun. Güzel bir dostluk oldu.
● Televizyon çağı çocuğu olduğumuz için kendini ister
istemez ekranda hayal ettiğinden bahsettin. Çocukluğuna ve ergenliğine
döndüğünde nasıl bir televizyon kültürüne sahiptin? Hangi dizi veya programları
izlerdin?
Ailemin
izlediği televizyon programları ne ise onları izlerdim ancak ergenlik dönemimde
Deli Yürek dizisinin çok etkisinde
kalmıştım. Magazini de severdim. Bir de futbol hastasıyım. Ancak sanat okumaya
başladıktan sonra futbol hariç çoğu alışkanlığım değişti. Her konuda belgesel,
biyografi, film, sanat filmi, yabancı dizi, Youtube’da derviş sohbetleri vs.
içerisine dalmışımdır.
● Röportaj yapacağım oyuncu hakkında araştırma
yaparken yolum mutlaka Ekşi Sözlük’ten geçer. Senin hakkında henüz bir sayfa
açılmadığı için elim boş döndüm. Kendine bir kullanıcı adı yaratıp ilk yorumu
sen gireceksin. Hangi adla, ne yazardın?
Hayal
edemedim böyle bir şey yaptığımı. Bir sonraki röportajımızda beraber okuyalım
neler yazılmış, olur mu? (Gülüyor.)
● Bugünün oyuncu adaylarına, oyunculuk eğitimi almayı
düşünenlere ilk hangi tavsiyede bulunurdun? Neden?
Daha tavsiye
verebilecek durumda olduğumu düşünmüyorum ancak sadece şöhret için bu işe
bulaşan arkadaşlar umarım bu yanlışlarından döner ve gerçekten sevdikleri şeyi
bulurlar. Şöhret hevesi onları özgürleştirmeyecek, ruhsal olarak
iyileştirmeyecek. Naçizane oyun oynamayı ve anlatmayı seven, kendini keşfetmeyi
ve limitlerini aşmayı hedefleyen herkesin denemesini öneririm. Benim için oyunculuk
serüveni ilk kişisel gelişim olarak, kendimi tanımayla başladı. Ardından
davasını anlatmak isteyenlerin hikâyelerine aracı olmayı sevdim. Karakter
yaratmaktan ve üretmekten keyif aldım. Şimdi özgürleşiyor ve iyileşiyorum.
Hedefim önce kendimi, sonra insanları iyileştirmek.
● Alp’in yarınını bildiğim için rahatım demiştin. Bu
açıdan baktığında proje bazlı düşünmeden, seni zorlayacak, ciddi bir
araştırmaya veya gözlemlemeye sevk edecek bir rol, sahne var mı?
Aklıma ilk
gelen eşcinsel rolü oldu. O da malum Türkiye’deki tabulardan ötürü. Craft’ta
hep gizli gayleri oynadım ki yine coğrafyaya göre bunu oynamak daha zor çünkü
malum Türkiye’de sadece “Ayol” kelimesiyle etiketlenen, karikatürize tiplemeler
yaratılıyor. Açıkçası transseksüeli oynamak isterim. Kırmızı çizgi dediğimiz
alanları, popüler kültürde göremeyeceğimiz için onları canlandırmak hayalim
diyebilirim.
● Budapeşte’de okudun ve böyle bir hayalin de
olduğuna göre Kalp Atışı’nın ardından
yurt dışı serüveni seni bekler o zaman.
Evet,
hedefte direkt orası var zaten. Bu sefer Londra veya ABD olur ama (gülüyor.)
Polonya’ya da gidebilirim. Tiyatro bazlı düşünecek olursam Londra daha iyi.
Farklı kültürden, ırktan insanlarla tanışmak, onları izlemek ve onlardan bir
şeyler öğrenmeyi kesinlikle çok istiyorum. Keşfim, öğrenme süreci hiç
bitmeyecek.
● Hayaller güzeldir, biz orada devam edelim. Kısa
vadede hayal kurduğunda nasıl bir projeyle anılmak sana mutluluk verir?
Şu an Kalp Atışı’yla anılmak muazzam bir
mutluluk veriyor (gülüyor.) Haluk Bilginer’le iki kişilik bir tiyatro oyununda
oynadığımı hayal ediyorum. Problemli bir baba ve onun travmasını yaşayan oğlun
hikâyesi.
KISA KISA
Son zamanlarda seni en çok etkileyen film:
Polonya
yapımı, Pawel Pawlikowski’nin yönettiği Ida.
Dışarıyı merak eden ve keşfe çıkan genç bir rahibenin dönüşümünü anlatıyor.
Siyah beyaz bir filmdi, çok etkilendim. Bir de Can Candan’ın Benim Çocuğum’una hayran kaldım.
Tüm zamanların en iyi filmi:
Shawshank Redemption.
Abartıldığını düşündüğün film:
Avatar.
Son zamanlarda seni en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Yutmak.
Hangi tiyatro oyununda sahnede olmak isterdin?
Yen.
Son zamanlarda en çok dinlediğin şarkı / müzisyen:
Evgeny
Grinko – Valse.
Hayal şehrin:
Barselona.
Havası güzel ya, o beni çok cezbediyor. Bir de malum Budapeşte gri bir şehir. O
nedenle gündüz 11-12’de ışık açmama gerek olmayan şehirleri seviyorum.
En sevdiğin şehir:
Her ne kadar
geri dönmeyeceğime vaktinde yemin etmiş olsam da İstanbul. Bu şehrin farklı bir
enerjisi var. San Francisco da öyle.
Başucu kitabın:
Stefano
D’Anna – Tanrılar Okulu ve Mevlana - Mesnevi.
Şu an okuduğun kitap:
OSHO – Dingin Ruh Gürültücü Zihin.
Bir kitabın dünyasına girip orayı o karakterin
gözünden göreceksin, hangisi olurdu?
Elif
Şafak’ın Aşk kitabına dalıp Şems veya
Mevlana’nın eşi olabilirdim. Malum Mevlana’yla ilgili bilgiler daha fazla ama
Şems daha gizemli kalıyor. Bununla birlikte Mevlana ve Şems kendilerini odaya
kapattıklarında Mevlana’nın eşinin ne yaşadığını görmek isterdim.
Tarihte hangi buluşta imzan olsun isterdin?
Freud yerine
psikanaliz kuramını ben ortaya çıkarmak isterdim.
Google’da en son neyi arattın?
Pasif agresif
kişilik bozukluğunu araştırdım
Şu an yaşayan veya hayatını kaybetmiş ünlü bir isim
karşında ve onunla tek bir konu üzerine konuşacaksın.
Charles
Bukowski ile kadınlar üzerine konuşmak isterdim. İlk olarak “Çözebildin mi?”
diye sorardım, ardından da “N’apacağız abi?” gelirdi (gülüyor.)
Bugünkü seni özetleyen bir söz (Edebi alıntı,
replik, şarkı sözü vb.)
Mea Culpa (Benim Suçum.) Başıma gelen ya da gelecek
her şeyin tek sorumlusu benim.
*
*
Fotoğraflar Emre Yunusoğlu
Styling Oğuzhan Erdoğan
Fotoğraf Asistanı Alper Özkorkmaz
Styling Asistanı Bilge Bilgin