Hakan Ummak: Şu an hiçbirimiz 7 yaşındaki bir çocuktan daha zeki değiliz

Hakan Ummak: Şu an hiçbirimiz 7 yaşındaki bir çocuktan daha zeki değiliz
Öncelikle bir konuda anlaşalım; bu röportaj bittikten sonra çıkışları tantuniydimbirzamanlar.blogspot.com.tr adresi üzerinden yapıyoruz. Geleyim bu pazarki buluşma sebebimize; oldum olası giriş yazıları geriyor beni. Gerçekleştirdiğim röportajların süresi pek kısa olmadığından karşımdakini onu uzun uzadıya betimleyecek kadar tanımış oluyorum. Bu da upuzun bir röportajın öncesine değil bir, üç asma kat çıkmama neden oluyor. Hakan Ummak’da lafı kısa tutacağım zira bu röportajda başrol onun. Kendisini ilk kez Kasım 2016’da röportaj yaptığım cast direktörü Selim Bahar’dan duymuştum. O kadar övgü dolu sözler paylaştı ki ilk o dönem “Kimmiş bu Hakan Ummak?” diye bakınmıştım. Bu yıl Adı Efsane’yle birlikte Almila Ada ile röportaj yaptığımda yine bir Hakan Ummak methiyesiyle karşılaştım ki ardından sazı eline Baran Bölükbaşı aldı ve bu da bende “Bu adamla röportaj yapmalıyız” görev bilincini oluşturdu. Hoş, Almila ve Baran’ın bu noktada katalizör olduğunu söyleyebilirim. Çünkü Adı Efsane’de Sadık gibi dünyayı en pembe noktasından gören bir adamı, ona ters düşen tipolojik özelliklere rağmen pürüzsüz canlandırmak kanımca her oyuncunun harcı değil. Durum böyle olunca, kendisiyle bir araya gelmek de farz oldu. Burada uzun uzadıya sıfat kalabalığı yapmayacağım, çünkü birazdan röportajını okuyacağınız kişinin derdi de, derdini anlatma aracı da oyunculuk dışında kelimeler, sözler. Her bir kelimeyi zoraki bizlere yaftalanan etiket olarak görürken ben burayı daha fazla kelimeyle dolduramam, o zaman onu hiç anlamamış olurum. Bu nedenle “Kimmiş bu Hakan Ummak?” sorusunun altını, derya deniz kıvamındaki sohbetiyle doldurması üzerine sözü kendisine bırakıyorum.

 

● Adı Efsane, Kolonya Cumhuriyeti, Yeter, Gamsız Hayat… 8 yıllık tiyatro geçmişini de eklediğimiz bir kariyere sahipsin. 1987 Mersin doğumlu olduğun ve Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü olduğun da cepte. Mersin ile Mimar Sinan arasını doldurmanı istesem…
Ben ufak bir önizleme misali kısaca anlatayım bunu (gülüyor.) Lisedeyken basketbol oynuyordum ve pek tabii insanoğlunun her bir ergen bireyi gibi ben de “aşırı” bir gençlik yaşadım. Sadece basketbolcu olacağımı düşünüyordum o dönem, başka hiçbir açarı yoktu bu hikâyenin. Derken bir sakatlık geçirdim ve onu ciddiye almayıp üzerine gittim. Sonrasında o sakatlık bende çok ciddi bir hasara yol açtı. O kadar hareketli bir çocuk olan Hakan, 21 gün boyunca evde yattı ve de iki yıl da hiç koşamadım. Bu benim için garip bir hezimetti ve evde kapüşonla gezen bir ergene dönüştüm.
 
● O zaman o yaştaki Hakan için dibi gördüğüne göre buradan sonra bir aydınlanma hikâyesi gelecek tahminimce.
Tabii ki! (Gülüyor.) Aksi düşünülebilir mi? Ancak bir minik flashback de gerekiyor. Bu olayların tam şafağında okulumuza üniversite mezunu biri oyun sahnelemeye geldi. Bu da bizi çok heyecanlandırdı ve o oyunu sahneledik. Sonrasında üç arkadaş birlikte bir oyun yazıp oynadık. Yani o sakatlık sonrası buhran devrinden önce tiyatro, hayatıma dâhil olmuştu. Burada ayrı bir parantez açayım; tamam klasik bir ergendim, basketbol oynuyordum vs. ama oldum olası okumayı ve de tiyatroyu da sevmişimdir. Enstrüman, resim, müzik vb. nedir bilerek büyüdüm. Mesela bir kuzenim karikatür çizerdi, diğeri ise Almanya’da kabaretist. Hep onlardan ve aile büyüklerinden beslenerek büyüdüm. Ağabeyim ya da babam odamın duvarlarına şiirler yapıştırmışlardı. İlk başlarda tüm o şiirler benim için uyumlu söz birlikleriydi (gülüyor.) Kültürel olarak akademik derecesinde donanımlı bir aile değil de, kitaplardan olduğu kadar eşit derecede kendi özüne dönüp bir şeyleri sorgulayarak hep hayatı keşfeden ve bu açıdan entelektüel olan bir aileden geliyorum.
 
● Bu bahsettiğinin bugün popüler kültürdeki karşılığı da “kişisel gelişim” oluyor. Halbuki dürtü, duygu gibi var olan ve her an devreye girmeye hazır bir durumdan bahsediyorsun.
Bence hepimizin unuttuğu konu da bu. Ahkam kesemem, yeri geliyor ben de o hataya düşüyorum ama zaten bana göre entelektüel ya da lüks dediğin şeyler özümüz olan doğa, toprak. Ancak maalesef sen tüm sıfatları onu yok ederek kazanmaya çalışıyorsun. Çok gülüyorum bu duruma. Yarın bir gün doğayı o bilgilerinle kurtaramayacaksın ki buna çok uzun zamandır şahit oluyoruz da. Günümüzde bilgi dediğimiz her şey çöp, seni yarına taşımıyor. Şu an hiçbirimiz 7 yaşındaki bir çocuktan daha zeki değiliz.
 
● Hoş dijital çağda bunu söylemek güç ama yine de 7 yaşındaki bir çocuk, tırtılın yürüyüşünü izlerken; biz ise o ana tanık olduğumuzda şaşırıyoruz, belki tırtıl olduğunu bile anlamıyoruz. Baktığında geçmişte sineği veya herhangi bir canlıyı minik cam bir kavanozun içine hapsedip tepesine de yaşasın diye delik açarak inceleyen biyologlar sanki bizler değildik.
Tırtıl örneğin enteresan oldu çünkü telefonumda birkaç tane 10 saniyelik video var ve tırtılın yürüyüşünü görüyorsun. Çünkü bana çok şey katıyor tabiatın o parçası. “Oyuncu, insanları gözlemler” gibi malum bir yargı söz konusu. Tabii ki oturup insan da izliyorum ama insan bana o kadar çok şey katmıyor çünkü 10’da 2’lik bir oranda sürprizle karşılaşıyorum. Yüzümüzdeki maskeleri geçtim, düşüncelerimizde maske veya otosansür var. Farzı misal hayatımızdaki bütün romantizmin bile izlediğimiz filmlerden geldiğini sanıyoruz. Adam yemek yapar, şarap açar ve bingo; kadının ayakları yerden kesilir. Adam, yemek yapmak zorunda zaten. Karşısındaki kadına tabiri caizse kıyak yapmak için senelerini geçirmedi mutfakta. İşte böyle söyleyince de hemen çevremdekilerden “Sen de çok kabasın ama” nidaları yükseliyor.
 
● Bu özelliğin açısından hayatında çok ötekileştirildiğin bir dönem, an oldu mu?
Bugüne kadar benim hayatıma girip beni seven insanlar onlarla uyuşmadığımda hep konuyu “Sen de çok şeysin”e getirdiler. Ben de soruyorum hep, “Neyim? Açıkla!”. Hayatımızda maalesef çok üstünkörü kelimelerle ilerliyoruz. Dediğimin tam tersi de “Aynen aynen, bence de!” Nasıl sence de? Aynı coğrafyada, kültürde, ailede büyümedik seninle ki ağabeyimle yan yana büyüdüğüm halde onunla benzeşmezken sen nasıl benimle daha derdimi anlamadan direkt “bence de” olabiliyorsun? “Gündelik hayatın en basit anında bile bu kadar derine mi iniyorsun?” denilebilir ama artık gerçekten biraz derine inmemiz lâzım. Bunu yapmadığımız için hikâyeler, ahbaplıklar o kadar sağlam olmuyor. Çünkü herkes günü kurtarma derdinde. Kendimizi sorgulamamız çok önemli bu noktada. Hayatım boyunca her yaptığımı soruyorum kendime ve öyle yol alıyorum.
 
● En ufak bir konuda bile bu sorgulama butonu devreye giriyor mu?
En ufak şey dediğimiz ikili ilişkilerse bunda bile soruyorum: Neyi, niçin yapıyorum?  Ben bir şeyden gerçekten tatmin olmazsam ondan bir iyilik veya verim sağlayamam. Bunu çok kez denedim. Misal ben insanların gözünde uzun boylu, fit, spor yapan biriyim. Bu bedenin gerçekten inanılmaz korkak olduğu anları da gördüm, cesur olduğu anları da. Beden, salgıladığıyla bütünleşiyor. Bunun kemik boyun veya kas yapınla hiçbir alakası yok. Duruma ne kadar vâkıf olduğun zaten sana o gücü veriyor. E, nerede kaldı o zaman benim kas gücüm? Güç veya güçsüzlük nedir; bunu soralım birbirimize. Cast işlerini de bu nedenle anlayamıyorum. Bir gün arkadaşım bir yapımcıyla toplantıya gitti. Ben de tesadüfen orada bulunmuş oldum. Adam bana oyuncu olup olmadığımı sordu. O dönemde de tiyatro yapıyordum. Oyuncu olduğumu söyledikten sonra malum soru geldi; “Boyun kaç?”. 1.93 olduğunu söyledim. Bunun üzerine “Ama sen korkmazsın ki izleyiciye inandıramayız. Biz bir korku filmi çekiyoruz da” diyerek konuya girdi. Kimi, neye inandırıyorsun? Sorgulamadan, genel yargılarla gelip geçiyoruz.
 
● Sende Gulyabani ışığı var ama tipoloji itibariyle, kabul et bence (gülüyoruz.) B türü korku filmlerine de yakışırsın.
Tabii, küçükken Gulyabani’de kalmış o yapımcı da, gerçek sanıyor (gülüyor.) Bu insanlar gerçekten sektörde inanılmaz para kazanıyor. Anlarım yine de ama benim açımdan süpermencilik oynamaktan da vazgeçeli çok oldu. Bana bir iş teslim edecek, her şeyden öte parasını aslında teslim edecek. Ben daha çok düşünüyorum onu. Bir görüşmemde de “Sen ne iş yapıyorsun?” diye sordular. Oyuncu olduğumu söyledim, ardından projelerimi sordular ve ben de tiyatro oyunlarını sıraladım. “Ne zaman, nerede başladın tiyatroya?” diye sorulduğunda ipin ucu koptu. Çünkü Mimar Sinan GSÜ Konservatuar’dan bahsedince direkt aldığım tepki; “Ha sen bir de okullusun” oldu. “Kurtar ya Rab, hatalarımı bağışla” durumundayım o sırada (gülüyor.)
 
● Biz bir U dönüşü yapıp yine Mersin’den İstanbul’a geldiğin ve de Mimar Sinan’ı kazandığın döneme geri dönelim yoksa kara deliğe savrulacağız (gülüyoruz.)
2005 yılında gelmiştim İstanbul’a. İlk oyunumda selamlama sırasında göğsümden sanki bir har çıktı ve aşağı indiğimde soluğu ailemin yanında alıp “İzniniz olursa tiyatro okumak istiyorum” dedim. Bizimkiler de sonsuz güvenle seçimi bana bıraktılar. Konservatuar sınavlarına girmeden önce para kazanmak istedim. Sesi güzel ve gitar çalan bir arkadaşım vardı, ben de az buçuk gitar çalıyorum. Beraber bir otelin, bugünün deyimiyle “beach bar”ında Akdeniz Akşamları’nı çalarak para kazandım (gülüyor.) Ancak konservatuar sınavlarının son kayıt tarihine bir gün kala annem ve babamın önüme koydukları uçak bileti beni belki de bugüne taşıdı. Çünkü o dönem hem Dokuz Eylül’ün hem de Mimar Sinan’ın sınavına girecektim ve Mersin’den İzmir’e gitsem ilk, uçak bugünkü kadar kolaylık değil hayatımızda. Otobüsle gitsem, İstanbul’a yetişemiyorum. İçinden çıkılmaz bir durumla karşı karşıya iken annemler aslında bana ön kayıt parasını vermiş oldular. Ancak ikisini de kaybettim ve sanki o an dünyam başıma yıkılmış gibi Mersin’e dönüp odama kapandım. Babamın o günkü konuşması olmasa belki bugün röportaj yapamazdık, kim bilir. Beni ağlarken görünce neye ağladığımı sordu, ben de olmadığını söyledim. “Ne bekliyordun?” deyince, “Baba, o kadar masraf yaptık, emek harcadık, sizi zor duruma soktum, kazanmalıydım” şeklinde karşılık verdim. Bunun üzerine babam gülmeye başlayınca iyice sinirim bozuldu. “Oğlum, benim teknik anlamda tiyatroyla ilgili bir fikrim yok, işin mutfağını anlamam etmem. Sen sanat yapmak istiyorsun ancak hem emek harcamıyorsun hem de harcamadan kaybettim diye üzülüyorsun. Eğer şu an sevineceksen bir şey kaybettin diye sevin, çünkü nasıl kaybedileceğini biliyorsun.” dedi babam. Ben bunu duyunca tabii daha çok ağlamaya başladım (gülüyor.) O andan sonraki süreçlerde bana sorgusuzca, gençlik zaaflarımı bilmelerine rağmen maddi ve manevi o kadar destek oldular ki tarifi yok bunun. Konservatuarın ilk sınavını kaybettikten sonra Mersin’de olmayacağını, İstanbul’da bir şeylerin içinde olmam gerektiğini anladım. Sonra konservatuarı kazanmadan İstanbul’a yerleştim ve ailem bana o süre zarfında da koşulsuzca yardım etti.
 
● Adı Efsane’nin Sadık’ı ile kağıt üzerinde ilk buluştuğunda hangi yönü seni heyecanlandırdı?
Öncelikle Sadık rolünü bana sonsuz güvenerek teslim ettikleri, tipoloji üzerinden ilerlemedikleri için D Yapım’a, casting direktörümüze ve dizinin ilk yönetmeni Devrim Yalçın’a sonsuz teşekkür ediyorum. Çünkü televizyonun genel kriterlerine baktığınızda Sadık’ı bana kimse oynatmazdı. Sadık için görsel açıdan bambaşka bir tipim. Soruna gelirsem, Sadık’la ilgili elimde anne ve babasının öldüğü, dindar olan dedesiyle yaşadığı ve iyi niyetli bir çocuk olduğu kodları verildi. Ben “iyi niyet” kısmında takıldım. Bu nedenle iyi niyetini sorguladım; kaynağı ne, hangi açıdan iyi niyetli, arkadaşlarına neden bağlı, eşini dostunu nasıl görüyor, asalaklığın iyiliği mi yoksa bilginin mi gibi pek çok soru sordum. Ve bilginin üzerinden inşa etmek istedim. Birini döverken “Beni neden kavga ettiriyorsunuz?” diye ağlıyor Sadık. Bence özellikle günümüz dünyasında, popüler kültüründe, dizilerinde veya başka kısımlarda bu sözü söyleyen bir karakterle karşılaşmak muazzam bir duygu. Özünden çok çıkmamış gibi görüyorum Sadık’ı.
 
● Sadık karakteri hayatına nasıl bir renk kattı? Hangi kanalı açtı sende?
Sadık, bana sevdikleri uğruna nelerden vazgeçilebileceğini gösterdi. Bütün olayları görüp, tarafını seçerek bunu savunan biri. O da biliyor kötülük ve fevrilik olduğunu. Adam ısrarla diyor ki; “Ben bunu yapmayacağım, günün getirisi bu olsa da ben mutsuz uyumayacağım, huzurumu kaçıracak bir eylem yapmayacağım.” Bence çok erdemli bir tavır bu.
 
● Dizinin evrilmesini nasıl yorumluyorsun? Malum artık ikinci devreyi oynuyorsunuz.
İlk iki bölüm dram ağırlıklıydı ama şu an eğlenceli bir akışa sahip. En azından Sadık ve Ali eğlenmeye başladı (gülüyor.) Hakan ve Fiko ise daha gerçek hayatın içinde kaldı. Birinci devrede dördümüz bütün duyguları beraber yaşıyorduk, şimdiyse bölünerek yaşamaya başladık. Galiba işin eğlence dozu artınca izleyici de sevdi. Bu arada şöyle bir durum var ki anlayamıyorum. İnsanlar galiba yazın üzülmüyormuş (gülüyor.) Biz de mesela yazın hep gülüyoruz Mersin’de. Cemre düştü mü başlar bir kahkaha ve yaz sonuna kadar devam eder. Yakın zamanda Rauf adlı bir filmi izledim. Karlar altında bir coğrafya ve dram değil ama hayatın ta kendisi olduğu için her doneye sahip. Ben öyle bir şeyi izleyerek zaman geçirmekten tatmin oldum yazın. Mevzu zaten komedi ya da dram olması değil, gerçek olması. Ve ben öyle bir filmi izleyerek zaman geçirmekten gerçekten tatmin oldum, hem de yaz mevsiminde olmamıza rağmen (gülüyor.) Baktığında yazın da kötü olaylar yaşanabiliyor. Hayatımızın birçok yazı maalesef çok da sempatik geçmedi. Yazın o zaman hiçbir şey olmasın. Herkes halay çeksin İstiklal’de, halayla ulaşalım evlere. (gülüyor)

 

● O konu değil ayrı bir röportaj, röportaj dizisinin konusu olur. Bu nedenle vitesi düşürüp sana kaçınılmaz soruyu sorayım. Tayfayı kısaca değerlendirmeni istesem…
Cem’den başlayayım; Cem (Yiğit Üzümoğlu), bana gerçekten hayat boyu fikirleriyle, eylemleriyle yoldaş olabilecek; her şeyi tartışabileceğim ve her konu üzerine konuşabileceğim, konuşma skalamızın olmadığı, evladiyelik bir dost. Çok farklı yerlerde büyümemize ve aramızda yaş farkı olmasına rağmen dünyaya dair sorularımız benzeşiyor Cem’le. Cevaplarımız çok farklı ama sorularımızın aynılığı bizi çok iyi anlaşan iki yoldaşa, dosta dönüştürüyor.
Baranimo (Baran Bölükbaşı), kardeşim gibi benim. Örneklendirince yanlış anlaşılmasın ama aile bağlarında “Ekmek al gel” sözünü söyleyebilecek samimiyette hissettiğim biri (gülüyor.) Birbirimize karşı son derece dürüst olduğumuz için her şeyi paylaşabiliyoruz. Bambaşka benim için o.
 
● Baran’la röportaj yaptığımda o da senin için “Hakan, 30 yaşında ama yeri geliyor çok güçlü bir şekilde sana 40 yaşında olduğunu da hissettirebiliyor, 11 yaşında olduğunu da” demişti.
Çok da doğru yerden yakalamış, gerçekten de öyleyim. Misal saatlerce varoluşsal mevzuların tabiri caizse dibini vurup bir anda “tantuni” denildiğinde 11 yaşındaki çocuğa dönüşüp “Hadi kalkın, tantuni yemeye gidiyoruz o zaman” diyebilirim. Ya da öfkelendikten sonra, küçük bir çocuk gibi çevremdekilere sataşıp onlarla şakalaşabilirim. Böyle baktığında “Manik misin?” diyebilirsin. Dünya manik aslında ben değilim (gülüyor.)
Bir önceki soruya Kaan’la (Sevi) devam edeyim. Kaan, setin en sempatiği olabilir. Gerçek hayattaki Sadık’ımız ama yemek konusunda. Setteyken “Bir kebap olsa…” diye başlar söze, iki dakika sonra bir bakmışsın Ataşehir’den Avrupa Yakası’na geçiyorsun onun söylediği kebapçıya gitmek için (gülüyor.)
Özgü’nün (Kaya) menajeri benim çok sevdiğim bir arkadaşım. Zaten sette ilk karşılaştığımızda “Benim menajerimle çok yakın arkadaşmışsınız” heyecanını yaşadı. Opera bölümünde okuyor, bu nedenle sesinden bahsetmeme gerek yok. Son derece meraklı, öğrenmeye açık ve o da inanılmaz sempatik, iyi niyetli biri.
İlk devreden Almila’yı (Ada) da es geçmeyeyim. Almila, konservatuardan arkadaşım ama o dönem bu kadar yakın değildik. Almila’yı, üzüldüğü zaman “N’oluyor bakayım?” diyebilecek kadar sevdim. Hayatında ne yaşarsa yaşasın kimliğinden ödün vermiyor. Her zaman aslolanı korumaya çalışıyor. Nasıl süreçlerden geçeceğini çok merak ediyorum. Sanat hayatı adına çok güzel şeyler başına gelebilir bu benlikle devam ederse. Güzel bir kız, oyunculuğu gayet iyi, popüler ve sempatik. Bunları harmanladığında ortaya çıkan hazineyi keşfedip ilerletirse hayat boyu yıldız olarak anılır.
 
● Televizyon kariyerine Gamsız Hayat’la başlamıştın, değil mi?
Evet, ilk yayınlanan dizim Gamsız Hayat oldu. Gamsız Hayat’tan önce iki pilot, üç bölüm de dizi çektim ancak izleyiciyle buluşmak kısmet olmadı. Bir de yurt dışı maceram var ki işte o dillere destan! Beni “muazzam” bir projeyle Türkiye’den taşıdılar, bayağı bildiğin evi kapattım ve Sofya’ya taşındım. Sofya’nın dünyaca ünlü Nu Boyana Stüdyoları’ndaydı set ki akıl almaz bir durum. Benim çalıştığım dönemde 300: Rise of an Empire ve Cehennem Melekleri 2 bu stüdyoda çekiliyordu. Böyle bir ortamdayım (gülüyor.) Bize şaka yaptıklarını düşündüm. “Sabah 9’da set var” denildiğinde 7’de sette olmak zorundasın. Kostüm makyaj ve 1 saat hazırlık yapılıyor. Artikülasyon ve diksiyon çalışıyorum. Atımla egzersiz yapıyorum ve o dönem tek derdimiz akşam somon mu yesek, biftek mi? Yönetmen storyboard çalışıp sete geliyor. Dev şaka yapıyorlar diye düşünürken gerçekten şaka olduğunu anladım. Çünkü “İki yıl Türkiye’ye dönüş yok” diyen yapımcımız daha çekimlerin başında 10 günlük tatil verdi. Benim de o dönem Rotterdam turnem çıktı. Derken bu tatil bir aya uzadı ve en sonunda eşyalarımı gönderdiler artık. Peki, neden olmadı? Kendine yalan söyleyen ve güvenmeyen adamlarla çalıştım. Sadece oyunculukla ilgili değil, hayatın genelinde pek çok hatam vardır böyle. Çok düştüğüm için korku mekanizması devreye girmiyor bende, yine düşüyorum. Bu nedenle “başkalarının dertlerinin yaşlılığında, kendi dertlerimin çocukluğundayım” derim. Olgunluklarım birçok insanı ayağa kaldırabiliyorken ben kalkamıyorum.
 
● Terzi kendi söküğünü dikemez sözü zaten galiba hepimiz için geçerli. Biz oyunculuktan devam edelim. Hep kamera önü oyunculuğundan bahsettik, aslında 8 yıllık da bir tiyatro geçmişine sahipsin. Özen Yula’nın Yala Ama Yutma adlı oyununda rol aldın. Bakıldığında pek çok oyuncunun bile, oyunun yorumlanış biçimi açısından tabu olarak görebileceği bir metni sahneye aktarmıştınız. Senin için nasıl bir deneyimdi?
Yala Ama Yutma, benim için gerçekten çok mühim bir süreç, hem şahsım hem de oyunculuğum adına. Evet, belki birçok arkadaşım öyle bir rolden kaçardı, hâlâ da kaçar. Fakat benim doğrularım pek öyle değil. Oyun, dünya derdini, insanların ne kadar bencilleştiğini ele alıyor. Yönetimlerin dostane görünse de kendi çıkarları peşinde koşmalarını irdeliyor. Yala Ama Yutma, hayatımda bir dönüşüm oldu. Oyunu okuduğumda tek bir saniye bile tereddüt etmedim. Çünkü bir uğur varsa ortada, o uğur içinde hangi segmentte pay aldığın hiç mühim değil. Yeter ki ortak paydada herkesin aynı fikirde olduğu bir dert olsun. Farzı misal, “Oyun, porno setinde geçiyor”, “Yarı çıplak oynadık” vs. hiçbiri mühim değil. Zaten insanlar çıplaklığı değil de giydikleri şeyleri sorgulamalı bence. Asıl buradan başlamalı hikâye.
 
● O dönem bir gazetenin haberi sonucunda oyun, uzun bir süre sahnelenmedi de. Bugün aynı oyun yeniden sahnelense, nasıl bir tepkiyle karşılaşırsınız sence? Ve o metni bugünün dünyasını arka fona alarak yorumlayacak olsan ne değişirdi?
Biz Türkiye’de sadece bir iki festivalde misafir ekip olarak yer aldık. Ancak bu sayede yurtdışındaki festivaller bize kulak kabartmış oldu ve önümüzde bir kapı açıldı. Üç ülkede oyunu oynayabildik. Hem de selamlık değil, uzun bir süre. Mesela Manhattan’da Off Broadway’de 10 temsil gerçekleştirdik. Under the Radar Festival’e Türkiye’den katılan ilk oyun oldu Yala Ama Yutma. New York Times’ da haberlerimiz yapıldı. Rotterdam’da Showburg Festival’de, Almanya’da oynadık. Gittiğimiz festivaller sağlam oyunculukların olduğu öznel festivallerdi. Sadece tiyatro yoktu, aynı zamanda dans performansları da vardı. Sanatın biçimlerini görmemizde bize çok yararı oldu. Bugün olsa aynı tepkiyle de karşılaşabilirdik, aksi de olabilirdi. Bizler biraz yalancıyız, yani bir şey odamızda yaşanırsa sıkıntı yok fakat ayyuka çıkarsa reddediyoruz, tepki gösteriyoruz. İşte, bu da daha kendimizi tanımıyor olmamız, insan doğasıyla barışmamış olmamızla alakalı. Tepki göstermek ve reddetmek çok kolay. Fakat kabul etmek çok zor. Durumları kabul etmediğin takdirde bir adım ileri gitmek çok zor. Biz olağan reddedişimizle geriye doğru gidiyoruz. Vücut hareket ettiğinden sen bunu ileri doğru bir hareket zannediyorsun. Ancak belki de dünya ayağımızın altından kayıp gidiyor reddedişlerimiz yüzünden.
 
● Tiyatro sanatı, hem oyunculuğun hem de genel dünya görüşün açısından senin için neye hizmet ediyor? Ve sen o sanatla neye hizmet ediyorsun? Senin için neyin aracı oluyor?
Tiyatro ile başlayan sanat merakı Hakan’ın dünyayı anlamasını sağladı.
Dünyayı, halkları, halkların sosyoekonomik yapısını, şimdiye kadar yaşadığı süreçleri A’dan Z’ye tanımamı sağladı. Diyeceksin ki bunu sosyoloji okuyarak da elde edebilirdin. Evet, sosyoloji, felsefe, siyaset tarihi vs. okuyarak da kazanabilirdim ama tiyatro bütün bu yaşananları ortak paydada birleştirip saf bir kaynaktan yola çıkarak, hepsini ince ince araştırmamı sağladı. Ben o sanatla sadece olanı ve gerçeği, olağan haliyle anlatmak istiyorum. Olağan halinden kastım, durumu stabilize etmek değil bu arada. Benim dünyadaki tek derdim bu. İnsanlar, bazen dünya oluşumunun çok farkında olamayabiliyor, belli dertleri es geçebiliyor. Çünkü sen onlara yaşamak zorunda olduğu geçim sıkıntısı gibi dertler veriyorsun. Bu tavırda tiyatro sanatı insanların es geçtiği, unuttuğu, fark etmediği ya da fark etse de bunun vücutta vuku bulmadığı şeyleri ayyuka çıkarmak için var bence. Tiyatro benim için hakikaten anlamanın, araştırmanın, geliştirmenin aracı. Diyeceksin ki başka bir sanat dalı? Tabii ki, sanat benim için kendini geliştirmenin aracı. Bilim ve sanat çok paralel benim hayatımda. Bilim ve sanat bilmeyen insan hakikaten dünyanın nimetlerinin farkına varmamış olur. Çünkü dünyanın bütün jokerleri sanat ve bilimde var. Çok iyi jokerler, görmek lâzım.
 
● Oyuncuyu en zorlayan unsur nedir sana göre?
Baskı, kaygı. Daha doğrusu şöyle söyleyeyim; etrafında onu etkileyen unsurların içine düştüğü an oyuncu bitmiştir, kalıplaşmıştır. Başkalarının fikirlerinin fedaisidir sadece. Kendi derdini anlatamaz, biter. Bundan kurtulmak için de sürekli araştırmak, gerçekten gezmek, yaşamak ve okumak gerekiyor. O girdaba girdiğin zaman içinden çıkamazsın ve etrafında da enerjinden dolayı o girdapta olan insanlarla rahat edersin. O buhrandayken bir buhran daha bulup kendi buhranını haklı çıkartırsın ve o girdap seni yavaş yavaş yerin dibine indirir. Ancak hepimizin mekanizması aynı. A’da Z’ye insan varlığıyız yani. Dünyada kırk takla atan adamla bir takla atamayan adamın kas gücü ve metabolizması aynı. Sadece takla için ne kadar zaman ayırdığın ve emek verdiğinle alakalı.
 
● Hem hayatına hem de oyunculuğa dair bugün, tam da şu an cesaret edemeyeceğin şey ne olur?
Oyunculuğa dair hiçbir şey olmaz. Hayatımda yapmak istediğim birkaç bir şey olduğu için ölüme çok yaklaşacağım şeyler yapmam. Fakat onun dışında her şeyi yaparım. Bu arada ölüme çok yaklaşacağım şeyler yapmam diyorum ama o an gerçekten tutku dolu olduğum bir an ise kenarından da geçebilirim oraların. Söz konusu ailemse asıl gerçekten yapamayacağım hiçbir şey yok, sevdiklerimse de öyle. Yeterince inandıktan sonra benim yapamayacağım hiçbir şey yok bu dünyada, gerçekten yok. Sadece derdine, oluşumuna, fikrine inanmalıyım bir şeyin. Ondan sonrası devede kulak.
 
● Dost sofrasında en çok hangi konuda senin fikirlerine başvururlar?
Yaşamdaki sıkışmışlıklarında, kendilerini çaresiz hissettiklerinde, ben onlara aslında çaresiz olmadıklarını az önce söylediğim o buhranın içinde olduklarını söylerim genelde. Aşk, iş, sanat, yaşam, istek, arzu, zaaf… Her konuda benimle konuşurlar, yaşama dair ne varsa. Ben de yaşama dair her şeyi bellekleyip toplamayı çok severim. Ticaret çok konuşmazlar benimle, ticaretten öyle çok haz almıyorum. Âşık olup bana gelirler, mesleki olarak sıkışmışlığa düşerler bana gelirler, hayatlarında bir huzursuzluk olur bana gelirler. Ben de onlara giderim.
 
● Onlarla düşüncelerini paylaştığın gibi Tantuniydim Bir Zamanlar adlı bloğunda da bunu daha geniş çevreye yayıyorsun. Bloğun adı nereden geliyor?
Mersinliyim ve tantuniyle büyüdüm.
 
● Burada sözünü keseceğim, bence röportajı bitirip dağılalım. Mersinli olduğunu bilmeme rağmen artık nasıl bir izlenim bırakmışsan bende, tantuniyi hayatın bir metaforu olarak yorumladığını düşünüyordum (gülüyoruz.)
Yok, benimki bayağı düz mantık. İnanılmaz severim tantuniyi. Mersin’e gideceğim zaman annem, “Geldin mi?” diye değil, “Tantuni yedin mi?” diye arar. Çünkü önce tantuni yiyip öyle eve gideceğimi bilir. Tantuni aşkı hep var. Hazırlanışı, kokusu büyük keyif veriyor. Yediğim an suratıma yansıyan enerjiyi görsen “nasıl bir kafası var bu adamın?” dersin (gülüyor.) Sette bile birini tantuni yemeye götürdüğümde, setin geri kalanı trip atıyor bana. Blogun adı da bu aşktan geliyor işte. Kendimce bir şeyler karalıyorum.
 
● Karalıyorum diyerek bence haksızlık etmeyelim. Mesela hemen Hayal Birliği adlı yazından alıntı yapayım: “Sevgili eskinin fırtınası iken, şimdilerin gölleri haline gelmiş. Ne bir bilinmezliği, ne fırtınası, ne köpürmesi, ne dinginleşmesi kalmış.” Bugünün dünyasında tüketime en çabuk kurban giden şeyin aşk olduğunu söylerken, kendimiz de aynısını yapıyoruz. Sen bu durumu, kuşağının genel stereotiplerinden farklı olarak nasıl yorumluyorsun?
Bizim kuşağın çok garip bir mevzusu var. Kalabalık ne yapıyorsa o kabul görüyor ve doğru sayılıyor. Şunları duyuyorsun; “Âşık mısın?” “Hayır, ama bana iyi hissettiriyor.” Biri bana bunun ne demek olduğunu açıklayabilir mi? Bu bildiğin insan gaspı, duygu tecavüzü, fakirlik. Başka bir şey değil. Hayatımızda bu fakirliklerin içinde mahvolup duruyoruz. Hiçbir tutku, sevgi yok. Röportajdan önce “güzel” kavramını konuşmuştuk. O güzelse, ben de yakışıklıyım o zaman; ben bununla devam edeyim. Öyle bir şey değil bu. İnanç, gülümsemek, sevişmek yok. Sevişmek bile ayıp geliyor. Hayır, sevişmek iki tarafın birbirini sevmesinden ileri gelen bir tanımdır. Karşılaşmak kelimesi ayıp gelmiyor insanlara, sevişmek kelimesi ayıp geliyor. Bir sevişin bakayım ortaya ne çıkacak? Bu arada aşkın tüketime gittiğini düşünmüyorum çünkü aşk yok ortada. Menfaatler tüketime gidiyor, menfaatler de tüketilmek içindir ki yerine yenisi gelsin. Aşk olağan haliyle bir yerde duruyor. Bütün huzursuzlukların, mutsuzlukların sebebi de o. İçinde bir enerjiyle duruyorsun hep, dışarı vuramıyorsun, patlatamıyorsun. Halbuki hayatının enerjisi o. Seni bu hayatta ileriye götürecek tek enerjiyi içinde tutuyorsun ve o da karın ağrısı yapıyor. Menfaatlerle kendini uyuşturarak o hastalığını, ağrını geçirmeye çalışıyorsun. O değil mesele. Öyle ya da böyle o ağrı çıkacak. Ya içinde kamburun olur ölürsün ya dışında ışığın olur yaşarsın.  Ama aşk içinde hep var ki. Eğer sen insan olarak varıp, kendini bilip, onu tutup kollarsan fırtına olur. Fırtına da senin hayatta kalmanı sağlar. Her zaman dinç kılar, dinamiğini yükseltir.
 
● Randımanı almışken bir de Yalan adlı yazına değineceğim; “Gün gelir kavga etmem gerekirse daha kendini bulamamışlarla kavgadan da kaçmam. Ama onlara göstermek için değil. Kendimde kalmak için.” Kendimde kalmak olgusunu nasıl açıklarsın? Bu, neyi değiştirir?
Az önce söylediğim gibi bu çağın getirisiyle insanlar bazen uyuşuyor. Etrafında o kadar çok şey var ki seni uyuşturmak için bazen kafan gidiyor. Sen zannediyorsun ki kavganın sebebi başka. Hayır, kavgam kendimim. Kendimi, aslımı, bugüne kadar getirdiğim insanımı yitirmemek için kavga ederim. Yoksa o kendini bulsun diye kavga etmem. Çünkü onun kendini buluşunu ben sağlayamam. Ben sadece yardımcı olabilirim. Kendini bulmak istediği zaman bulur. Kendinde kalmak dünyayı değiştirir. Herkes kendinde kalırsa dünyaya renk gelir. İnsanlar hep yanındakilerin minik bir kopyası oluyor, bir şeylerin kopyası. Güzelce biçimleyip dünyada rengârenk var olmak varken başkalarının olmamışlıklarının süpermenliğini yapmayı hiç istemiyorum şu hayatta. Başkalarının dertleriyle de mahvolmak istemiyorum. Yaratımıma hakaret olur bu benim için.
 
● Biraz daha devam edersek röportaj içinde röportaja dönüşecek bu sohbet (gülüyoruz.) O nedenle oyunculuğa dönerek kapanışı yapalım. Oyuncu olmak isteyenlere bu röportaj aracılığıyla tek bir cümleyle bir önerin olsa bu ne olurdu?
Aslını ve dünyadaki kaynağını hiçbir zaman unutma ve gerçekten her zaman kendine soru sor. Her zaman. Neyi niçin yaptığına dair soru sor.
 

 
KISA KISA
 
Son zamanlarda seni en çok etkileyen film:
Rauf, gerçekten nesneleri olağanca haliyle kullanması açısından beni çok etkiledi.
Son dönemde izlediklerim arasında beni en çok etkileyen oydu. Bir de Guy Ritchie’nin King Arthur’u. Guy Ritchie gerçekten çok dinamik bir adam, klasik eserleri böyle yorumlama fikri bana çok sempatik geliyor. Filmde hamasi bir tavır yoktu. Şu anda yaşadığımız dönemleri 200 yıl sonra anlattıklarında yine hamasi tavır olacak ama Guy Ritchie bunu yapmıyor.  Olağan sıradanlığının içinde olağan mizahını da kullanarak yapıyor. Çünkü hayatın içinde bunlar var, bir hayli var. Yüz Yaşında Pencereden Atlayıp Kaybolan Adam diye bir film izledim bu arada. Harika! Absürt bir film evet, diyorsun ki “Yok artık, bu da mı?” ama hepsi o kadar doğru zemine bastırılmış ki gerçekten beni çok etkiledi o film.
 
Takip ettiğin diziler:
Breaking Bad, Mr. Robot, Game of Thrones, House of Cards, Prison Break, True Detective, Narcos.
 
Hakan Ummak olarak bir yerli, bir de yabancı diziye konuk olacaksın. Hangileri olurdu, neden?
Yerli dizilere hâkim değilim. Az önce saydığım bütün yabancı dizilere konuk olmak isterdim (gülüyor.) Çünkü hepsinin tavırları çok başka ve hepsinin tavrından da bir nebze yaşamak istiyorum. Mesela Mr. Robot’un karmaşık soru sorduran tavrı ve kamera açıları beni inanılmaz cezbediyor. Narcos’un enerjisi o kadar güzel ki o dönemi yaşamak çok keyif verebilirdi. Game of Thrones’taki o dinamik, o çağ anlatımı, oraya gidiş yolculuğu bana çok keyif veriyor. True Detective’deki o kararsız dengeye, House of Cards’daki ikircikli oyunlara dâhil olmak için her şeyi yapabilirdim. Birkaç insanın zaafı ve egosu yüzünden insanların nasıl öldüğünü o kadar güzel anlatıyor ki!
 
En son okuduğun kitap:
Nazan İpşiroğlu - Sanatta Devrim. Şimdi Mark Haddon’ın Süper İyi Günler’ine başlayacağım.
 
Yazmış olmayı dileyebileceğin kitap:
Benim böyle nokta atışlarım yok. Rollo May’in Yaratma Cesareti’ni de yazmak isterdim, Hermann Hesse’nin Siddharta’sını da. Yala Ama Yutma’yı da bu listeye dâhil edebilirim. Çok fazla var anlayacağın.
 
Bir günlüğüne bir kitabın dünyasında yaşayacak ve bir repliği sen söyleyeceksin. Hangi kitap olurdu ve hangi repliği söylerdin?
Siddharta. Replik seçemiyorum şu anda ama kitaba dair bir şey söylemek isteseydim, insanın aslına yolculuğu olurdu.
 
Son zamanlarda sıklıkla dinlediğin şarkı / müzisyen:
Son zamanlarda birçok tarzda müzik dinlemeye başladım. Rap de var, caz da. Birkaç pop şarkı buldum, onlar keyif vermeye başladı. Klasiklerden çok güzel isimler keşfettim. Etnik müzikler içine daldım çıktım. Türkülerin cover ve mikslerine merak saldım. Fırsat buldukça Aşık Veysel dinliyorum. Bir sazla, bir kelamla dünyayı anlatıyor ve bu benim çok hoşuma gidiyor.
 
Sana “Durun, bu oyunu oynayamazsınız. Sahneden ışığına, kostüm tasarımından rejisine bir yerinde ben de olayım” dedirten oyun hangisi?
Troas. Gerçekten son dönemde sahneye atlayıp oynamak istediğim tek oyun Troas. Orada var olmak isterdim.
 
Bilmediğimiz bir yeteneğin:
Mutfak konusunda iyiyim. Şarkı sözü yazıyorum, onları besteliyorum kendimce.
 
Sahip olmayı istediğin / isteyeceğin bir yetenek:
Şarkı söyleyebilmek. Sesimi bir enstrüman gibi kullanabilecek kabiliyette olmak isterdim.
 
Gitmeyi çok istediğin şehir / ülke:
İspanya’yı çok merak ediyorum. Bir de Vietnam’da Hong Son Doong mağarasını.
 
Varoluşunu / inceliklerini en çok sorguladığın kavram:
Hümanizm.
 
Bugünkü Hakan Ummak’ı betimleyecek bir söz (replik, edebi alıntı, şarkı sözü vs.)
Yolcu.
 
Bu kadar soruyu cevapladın; bu röportaj vasıtasıyla sen birine soru soracaksın; kime ne sorardın? 
Hepinize soracağım tek bir soru var: “Bu hayatta gerçekten inanmayarak yaptığın kaç şey var? Bunları yaparken inandığın, seni sen yapan kaç şeyi heba ediyorsun?”
 
 

Fotoğraflar Emre Yunusoğlu
Styling Oğuzhan Erdoğan (@oscarmorriss)
Styling Asistanı Bilge Bilgin
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER