Bazı isimler
vardır ki televizyonda yaptığı bir işten sonra popüler ve de herkesin onu
tanıyor olmasına hem deli gibi sevinir hem de acayip bozulursunuz. İşte,
Yıldıray Şahinler de benim için o isimlerden. Kendisi bu röportajı okuyunca
öğrenecek; İçerde’nin başladığı
zamanlarda Mecidiyeköy’deki Rumeli Köftecisi’nde kendisini gördüğümde masada
sırf onun muhabbeti dönmüştü. Şahinler’in mekâna girdiğini gören arkadaşım
destansı bir monolog kıvamında uzun uzadıya onun Şehir Tiyatroları’nda
sahnelenen Vişne Bahçesi oyunundaki
performansından bahsetmişti. Üzerine ben de sazı elime alıp Can Tarlası’ndan bahsetmeye başlayınca
masanın tek konusu arka çapraz masamızda oturan, tipoloji olarak kaba tabirle
Kenneth Branagh’in Türkiye şubesi olarak adlandırabileceğimiz Yıldıray Şahinler
olmuştu. Can Tarlası’ndan bugüne
Şahinler’i hiçbir yerde izlememiştim ta ki bu kış Alevli Günler’i seyredene kadar. Kendisinin yönetmen koltuğunda
oturduğu ve aynı zamanda oynadığı, Cem Davran’ın da sahnede devleştiği oyunu
galiba önermediğim kişi kalmadı. E, hazır sizleri yakalamışken bir de buraya
kamu spotu işleyeyim; Alevli Günler’i
izleyin, izlettirin. Zira her oyuncunun nevi şahsına münhasır bir deli olarak
seyirci karşısına çıktıkları oyun Şahinler’in oya gibi işlediği rejisiyle
toplumun başlıca kırmızı çizgisine, din mevzusuna değiniyor. Bunu yaparken de
izleyiciyi kahkahaya boğuyor ve onu bir yüzleşmenin içine çekiyor. İşte,
Yıldıray Şahinler güldürürken düşündürme olayının aynısını İçerde’ki Alyanak’la da yaptı.
Kendine özgü ses tonu ve haddini
bilen çakal felsefesiyle balon kıvamında değil, kalıcı bir fenomene dönüşen
Şahinler, izleyicinin radarına bir girdi pir girdi. Gemide filmi ve de tiyatroda rol aldığı ya da yönettiği işler dâhil
kariyerinin en keyif alarak oynadığı projenin İçerde olduğunu söyleyen oyuncuyla, final bölümü senaryosunu
almalarına bir gün kala menajeri Ali Sabuncugil’in ofisinde bir araya geldik.
Tabii sohbetin haklı olarak ilk konusu bulunduğu ortamlarda onun pabucunu
anında dama atan ve de birkaç hafta önce 1 yaşına basan oğlu Aksel oldu. Enerji
deposu eşiyle birlikte hangisinin iyi, hangisinin kötü polis olduğundan
bahseden Şahinler’le konuyu İçerde’ye
getirdiğimizde ise sohbetin hiç bitmemesini istedik. Zira Alyanak, oyuncunun
cebinde sayısız doneyi çıkarmakla kalmamış, onun avucunu en çok kaşındıran
karakter olmuş. Alyanak’ı anlatırken içindeki erkek çocuğuna selam çakan
Şahinler, tam da bu anda rahmetli Savaş Dinçel’in ona söylediği bir söze
değindi: “Çocukluğunu cebinde taşıyor bu adam.” Umarım o çocuk kapkaça kurban
gitmez ve de hep orada kalır. İçerde’siz
ilk pazartesinin ardından bu unutulmaz dizinin yokluğunu bir parça da olsa hissettirmeyelim
dedik. E, o zaman ben aradan çekilerek sizi Yıldıray Şahinler’le baş başa
bırakayım.
● Sohbete biraz bodoslama bir giriş yapacağım. Şu
haddini bilen çakal ile titreyen maymun felsefesini aydınlatabilir miyiz
lütfen? (Gülüyoruz)
Sen bodoslama
giriş yaptın, ben bir minik girizgâh yapayım o zaman (gülüyor.) Alyanak galiba
benim karakterle dalga geçmemden ötürü sevildi. Alyanak’ı oynarken karakterle
özdeşleşiyorum ama biraz da kenarında kalmasını biliyor ve onunla dalga
geçiyorum. Bu toplumda Alyanak gibileri çok olduğu için maalesef karakterime hep
inandım. Ancak yaklaşık 10-15 yıl önce bu adamın yaptığı şeyleri bana
söyleselerdi inanmaz ve karakteri de inanarak oynayamazdım. Ercan Kesal’ın
oynadığı Akın Işık karakterinin çok hoş, güzel yazılmış bir sahnesi vardı. Akın
Işık, aslanlarla ilgili bir belgesel izliyor ve bir yandan da tavuk yiyor. Ben
de onun artıklarını kemirmeye bakıyorum (gülüyor.) Akın, aslanları konuşurken
ben de “Çakal olmak en güzeli. Madem aslan olamıyorsun zorlamayacak, kendini
tehlikeye atmayacaksın. Haddini bilip aslanlardan geriye kalan artıklarla
geçineceksin avın kenarında.” gibi bir cümle kuruyorum. Uzun süre böyle yaşadı
Alyanak, sonra da “titreyen maymun moduna geçiyoruz “ diye bir not geldi. Ben
de Uzakdoğu felsefesi diye düşündüm. Açıklamamışlardı da ki bunda haklılarmış
çünkü manası bir fıkradan geliyor. Aslan ağaca sıkışıyor ve maymun da titremeye
başlıyor ama korkudan değilmiş meğerse (gülüyor.) Her yerde soruyorlar, ben de
geçiştiriyorum. Uzakdoğu felsefesi gibi kalsın herkesin aklında.
● Alyanak’ın filozofvari bir yönü de var zaten.
Uğur Abi
(Yücel), ilk sete geldiğinde karşılaştık ve “Çok sevdim. Oldukça değişik bir
karakter, içi var” demişti. Onun bu sözü çok hoşuma gitti. Çünkü bu benim de
hedeflediğim bir şeydi. Alyanak, aslında Celal’in oğlu olmak istiyor. Kimsesiz
bir çocuk, o ortamın insanı. Bu nedenle de Celal ve Kudret gibilerin
projeksiyonu olmuş bir yerde. Sokaktaki dilenci çocuklara bakın, onları toplum
olarak gurursuz bir hayata itiyoruz. Biz istiyoruz ki yalvarsınlar ama sonra da
gurursuz geliyorlar bize. Nasıl olacak peki bu? Gururlu bir şekilde dilenme
diye bir şey yok, aksi olduğu takdirde zaten o kişiyi terslersin. Alyanak da
biraz böyle büyümüş. İçindeki sevgi açlığı, bir sevgilisinin ya da dostunun
olmaması bana yol gösterdi ve ben de gördüğünüz şekilde biçim verdim ona. Bu
nedenle Uğur Abi’nin böyle söylemesi de çok hoşuma gitti.
● Zaten salt kötü bir karakter de değil. Kötü olma
çabasında olan ve bunun fark edilmesini isteyen bir karakter Alyanak.
İnsan
yaptıklarından sorumludur. Alyanak’ın tabiri caizse satmadığı adam kalmadı ama
“Vay Celal Baba’ya ihanet ettin” diyorlar. Bu tür yorumlara şaşırıyorum
açıkçası. Benim ihanet ettiğim adamlara bakar mısınız? Biri zaten kendini ceset
diye ifade eden, kimsenin ölümünden zerre üzülmeyen, gözünü kırpmadan adam
öldüren Kudret; diğeri satırla adam doğrayan Celal; içlerinde en iyisi ise
mesleğine ihanet etmiş bir polis. Ben kime ihanet ediyorum? (Gülüyor.) Bunların
içinde iyiyi gösterirlerse ben de Alyanak’a kötü diyebilirim. Ancak tam da
senin ifade ettiğin gibi Alyanak, kötü olma çabasıyla güçlünün yanında duran,
aslında sistemin kökenine hizmet eden bir adam.
● Alyanak’ı yaratmada başlangıç noktanız neydi?
Bakıldığında
bu adam otopark işletiyor ve mafyayla bağlantısı var. Otopark mafyası birtakım
maddeler satar diye düşündüm. Ancak malum bir şeyi satmanın, karşındakini
tavlamanın en iyi yolu senin de onu kullanmandır. Bu arada öyle bir anlattım ki
işin eksperiyim sanki (gülüyor.) Bunları bildiğimden değil, tamamen hayal
dünyamda öyle bir adam ve de ortam yarattım. Sesinin de kullandığı maddeden
etkilendiğini düşündüm ve Alyanak’ın imza özelliği de oradan çıktı. Aslında
hayalimdeki Alyanak, şu an oynadığımdan çok daha yavaş tempodaydı. Ancak ben
bunu tercih etmedim çünkü maalesef sürelerin uzunluğundan ötürü zaten yavaş
oynamayan yok. Tiyatroda bu kadar zamanınız yoktur. Kenter Tiyatrosu’nda Üç Kızkardeş’i oynadığımız yıllarda
kadrodaki isimler de benim sınıfımdandı; Bennu Yıldırımlar, Fikret Kuşkan, Oktay
Kaynarca, Erkan Can. Böyle efsane bir kadro. Salonun tamamen dolu olduğu bir temsil
sırasında Yıldız Hoca (Kenter) balkondan “tempo” dediğini duyuyorduk. Bizde
öyle bir ritim duygusu, tempo hissi var. Tiyatroda düşüremezsiniz onu kolay
kolay. Eskiden özellikle sitcomların olduğu zaman televizyonda da tempo vardı.
Ben çok uzun süre sitcom oynadım. Oradaki zaman algısı, ritim duygusu çok
önemlidir. Bu nedenle Alyanak’ı da bir tık hızlandırdım (gülüyor.)
● Ses tonu açısından herhangi bir çekinceniz oldu mu?
Malum Celal ve Kudret şiveyle konuşuyor, sizin ses tonunuz farklı. Bunlar fazla
teatrale kaçabilecek unsurlar.
Açıkçası
teatral açıdan değil de, “Acaba sürdürülebilir bir şey mi yapıyorum” diye
endişelendim. Malum diziyle paralel olarak Alevli
Günler oyununda oynuyorum, bu nedenle tiyatro için tedirgin oldum ama
dizide kısık sesle oynamanın daha kolay olacağını fark ettim (gülüyor.) 30
küsur yıldır bu işi yaptığım için farklı sesler kullanmaya alışkanım. Hançerem
çok gelişmiş galiba. O nedenle herhangi bir sorun yaşamadım. Ancak “E, bu
taklit ama” eleştirilerinin geleceğini biliyordum. Mesela Alyanak’ı oynarken Al
Pacino’yu hiç düşünmedim. Dediğim gibi sadece karakter yapısını düşünerek o ses
tonunu kullandım. Hiç dizi seyretmememe rağmen birkaç diziden benzetmeler oldu.
Hiçbirini umursamadım açıkçası. Teklif geldiğinde menajerim Ali Sabuncugil’e de
nevi şahsına münhasır bir karakter çizeceğimi söylemiştim. Bunu hissediyor ve
de biliyordum çünkü. Nitekim öyle de oldu. Alyanak kendi başına çok uzun
zamandır varmış gibi algılanıyor ama aslında o benim hayalimle bu hale geldi. Senaristlerimiz
Ertan (Kurtulan) ve Toprak (Karaoğlu) gerçekten o kadar güzel paslar attılar ki
itiraf edeyim İçerde, kamera
karşısında oynadığım en keyifli iş oldu. Gemide
gibi bir filmde oynamış olmama rağmen bunu söyleyebiliyorum rahatlıkla.
● Senaristlerin bahsettiğiniz o pasları, izleyicilere
de sağlam ters köşe oldu. Bu anlardan sizi ters köşeye yatıran olay hangisiydi?
Yedinci
bölümden sonra “Buradan sonra da bunu kıvıramazlar artık” demeyi bıraktım
(gülüyor.) Ancak ben onu bırakmama rağmen “Abi, sen bu hafta ölüyor musun?”
sorusunu sormayı kimse son ana kadar bırakmadı (gülüyor.) “Celal seni indirecek
mi?” soruları çok geldi. İçerde bittiği
için bunu söyleyebilirim artık, aslında biz ilk 13 bölüm için görüşmüştük.
Senarist arkadaşlar ikinci veya üçüncü bölümde sete ziyarete geldiklerinde,
“Abi seni çok seviyoruz ama maalesef öleceksin” demişlerdi. Fakat onlar bile
öldüremediler. E, ne demişler, öldürmeyen Allah öldürmüyor (gülüyor.) Alyanak
çok sevildi ve ben de bu sevgiden ötürü çok mutluyum. Yalan dolan bir iş
yapmadım, samimi oynadım. Onun karşılığını da gördüm. Van’da veya Eminönü’nde
sokakta gördüğüm sevgi, bir hayranlık duygusu değil, bambaşka bir şey.
Gerçekten severek yaklaştılar bana ve bu da çok hoşuma gitti.
● Hayranlık duygusunun olmadığını söylediniz ama
Alyanak, halk kahramanına dönüştü resmen.
(Gülüyor.)
Evet, öyle bir şey oldu. Sesini kısan sürekli video gönderiyor veya sokakta
beni çevirip Alyanak’ın ses tonuyla bir şeyler söylemeye çalışıyorlar
(gülüyor.) Yalnız halk kahramanlığıyla birlikte bu ses tonumu dert ettiler
biraz. Yakın zamanda Etiler’de yürürken beyaz eşya satan bir mağazanın sahibi
fırladı dışarı; “Abi, benim oğlum çok hayran sana, bir dakika bekle de fotoğrafınızı
çekeyim” deyip oğlunu getirdi. Ben de çocukla, “Nasılsın? Adın nedir?” diye
konuşmaya başladım. Çocuk bunun üzerine gayet asık bir suratla fotoğraf
çektirdi, ben de “Hadi hoşçakalın” deyip ayrıldım yanlarından. Arkamdan “Bu
Alyanak değil, kandırdınız beni” diyerek sinirli bir şekilde ağlıyordu. Hatta
Van’da bir mekânda biri benim duymayacağımı sanarak “Bu ses hiç olmamış” dedi
(gülüyor.) Duyduğun gibi benim kendi sesim kötü değil. Ancak izleyenler o sesi
istiyor.
● İşin ilginç yanı gerçek sesiniz olduğunu sanan
oyuncular var.
O da
güzelmiş. İlginç tabii oyuncunun böyle düşünmesi, başarılar dilerim bu
yolculuğunda onlara (gülüyor.)
● Malum Alyanak, hayatımıza filozofvari bir giriş
yaptı. Yıldıray Şahinler’le karşı karşıya gelse onun hayatına dair ne felsefe
yapar Alyanak?
Bir iki sene
önce olsaydı direkt deli oğlan derdi Yıldıray’a. Gözü kara, kavgaya karışan
biri değilim ama çok hareketli, gezgin bir hayatım var. 1996 yılından bu yana
Kaş’ta dalış eğitmenliği yapıyorum. Dünyanın dört bir yanını dolaştım. Eşim
Gizem de benim gibi, çocukluğunda hep futbol oynamış birinden söz ediyorum, siz
düşünün artık gerisini. Oğlumuz Aksel doğmadan önce Tayland’daydık mesela.
Motosikletle ayağımızı kırıp geldik (gülüyor.) Aksel doğunca daha sakin bir
hayatım oldu. Bilmiyorum, büyük ihtimalle hayatımı sıkıcı bulup onun üzerine
bir felsefe yapabilir veya Aksel’i seveceği için bize tahammül edebilir.
Aksel’i görünce “Vay vay vay…” diyeceği kesin ama (gülüyor.)
● Alyanak’ı etten kemikten bir karaktere
dönüştürürken etkilendiğiniz belli kişiler oldu mu?
Birden çok
kişi var. Mesela inanmayacaksın belki ama engelli bir çocuk da vardı kafamdaki
kurguda. Mafyatik ilişkisi olduğunu bildiğim ve de tanıştığım biri de var
mesela. Kalender bir kişilik o da ve çok esprili biri de. Zaten zaman içinde
gözlemlerinizi damıtarak yolculuğa devam ediyorsunuz. Bu nedenle başlangıçta
gördüğüm şeyin doğru olduğunu düşünüyorum. Aktörlük biraz yaşanmışlık istiyor
ve çok genç yaşlarda olgunlaşamıyor bence pek. Oyuncunun 30-35 yaşından önce
tekamül etmesi çok zor.
● Alyanak hazır son ana kadar ölmemişken onu nasıl
bir sahnede görmek ve de yönetmek isterdiniz?
Alyanak’ın
aslanlığını, krallığını ilân ettiği bir sahnede görmek isterdim. Bir çakalın
aslanlığa yükselmesi çok güzel olurdu. Çakalların aslan olduğu bir toplumda
yaşıyoruz aslında. İçerde’nin
senaryosu aslında pek çok sosyal mesajlar algılayabileceğiniz bir metin ve bana
tiyatroda da çok yol gösterici oldu. Siyasi açıdan toplumsal eleştiri dönemi çoktan
bitti. İşin özünü kimseyi rencide etmeden, doğrudan doğruya belli kişileri
hedef almadan aktaran şeylerin kalıcı olduğunu defalarca gördü dramaturglar. Molière’in
Tartuffe’unu oynuyoruz. 1664’te
yazılmış bir metin ve bugüne doğrudan hitap ediyor. Demek ki
kişiselleştirmeden, kendi dönemine saplanıp kalmadan toplumsal konjonktürü çok
hedeflemeden toplumların yapısını değerlendirmek ve eleştirmek mümkün. Kalıcı
olan da bu. Burada da siyasi en ufak bir şey yok ama sonuçta baktığında tepede
ayrımcılık yapan, her türlü yolsuzluğa bulaşmış bir mafya babası ve ona da biat
ede bir sürü kişi var. Sorgulamıyorlar, iyiliği aramıyorlar. Dünyanın dört bir
yanında yaşanan bir şey bu. Trump olarak da oynayabilirsin bunu ama ne anlamı
kalır ki! Trump’ın nasıl biri olduğunu herkes biliyor zaten. İşin özünü
kaçırmış oluyorsun o zaman bence. Bütün dünya düzenini aslında İçerde’de bulabilirsiniz.
● Alyanak’ın bir sahnesini yeniden oynayıp tek bir
farklı unsur katacaksınız o ana. Mekânı veya karşılıklı oynadığınız karakteri
değiştirebilirsiniz. Hangi sahneyi seçerdiniz?
Bunu
söylemek çok zor, o kadar güzel sahneler var ki… Sarp, Alyanak’ın adamı
Selami’yi öldürdüğü için bir gece kulübündeyken benim Sarp’ı öldürmek üzere
olduğum anda Mert geliyor ve engel oluyor. O sahneyi dağ başı bir yerde, bir
uçurum kenarında oynamak isterdim. Mesela Şile’de bir deniz fenerinin
yakınlarında, kayalıkların üzerinde bir yerde oynamak çok eğlenceli olurdu. Hem
Çağatay (Ulusoy) hem de Aras (Bulut İynemli) çok disiplinli, çalışkan
oyuncular. Hep formdalar ve onlarla ısısı yüksek sahneleri oynamak çok keyifli
oluyordu. Bir de Uğur (Yıldıran) gibi bir aksiyon yönetmenimiz olunca da bu
sahnelerin tadı ayrı çıkıyordu. Uğur’u zapt etmek o kadar zor ki arada sakat da
verdik (gülüyor.) Bir de hem Çağatay’ın hem de Aras’ın gözü kara. Aras’ın gözü
görmüyor hiçbir şeyi, bir kere yüzünün üstüne düşmüştü. Gerçekten dört dörtlük
bir iş oldu İçerde.
● Sete dair cebinize attığınız anılar arasına giren,
her çıkardığınızda kahkahalarla hatırlayacağınız bir an paylaşmanızı istesem…
Tabii, hiç
düşünmeden cevaplayabilirim bu soruyu (gülüyor.) Aras dünya tatlısı, çok
sempatik ve samimi bir çocuk. Çok büyük bir hayran kitlesi olduğu için bununla
paralel olarak şımarık olması beklenir ama o sıfatın “ş”si yok Aras’ta. Gece
geç saatte ormanda çekim yapıyorduk bir gün. Ve neredeyse herkes var. Celal’e
baskın yapacağız. Ben, Ercan Abi (Kesal), bizim adamlarımız, gitmişiz ormana ve
Celal ile adamlarını kıstıracağız. Hatta o sahnede ilk defa Celal’e Celoş
dedim. İstemedim aslında onu demek çünkü karşınızda Çetin Abi (Tekindor) gibi
bir duayen varken öyle demek gelmiyor insanın içinden (gülüyor.) Neyse biz tam
onları ele geçirmişken “Organize geldi” diye bağırarak Mert havalı bir giriş
yapacak. Gecenin karanlığından çıktı geldi son sürat. Fakat Aras o esnada
arkasında polis figüranlarının gelmemiş olduğunu fark etmedi. Tek başına
araçtan indi ve karşısında biz 50 kişiyiz; “Organize geldi” diye bağırdı. O
kadar gülmüştük ki bu sahneye… Kendisi de gülüyor aklına geldikçe. Benim spontan
söylediğim şeylere de çok sık gülüyoruz çünkü başkası söylemiş gibi oluyor. Sette Alyanak’ın ses tonuyla bir espri yaptığımda ben dâhil hepimiz gülüyoruz.
● Oyunculuk dersi veriyorsunuz uzun zamandır. Bu
açıdan genç kadroyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugünkü oyunculuk eğitimi alan
öğrencilerinizle kendi öğrencilik yıllarını karşılaştırdığınızda nasıl bir
tablo ortaya çıkıyor?
İlk olarak İçerde için yorum yapayım, Allah’ı var
hepsi kendilerini çok geliştirmiş, pırıl pırıl oyuncular. Geçmişte televizyona
kısa bir süre ara vermemin başlıca nedeni işlerin kalitesizliği geliyordu ve
maalesef bunun da öncelikli sebebi o yıllarda manken diye andığımız isimlerin
oyunculuğa el atmış olmasıydı. Onlar birileri tarafından seslendiriliyordu ki
bu da yarım oyunculuktur bence. Böylesi bir gelişim ihtiyacı duymadan oyunculuk
yapmaya başlamışlardı ve o dönemki işler de oynanacak şeyler değildi. Sonraki
kuşak otomatik olarak oyunculuğa yatırım yaparak ilerledi. Oyunculukta
“alaylılık” terimini de yabana atmamak lâzım bu noktada. Mesela İstanbul Halk
Tiyatrosu’nun kurucu ortaklarından ve de bizim kaptanımız olan Cem Davran, bu
duruma muazzam bir örnek. Cem, benim çocukluk arkadaşım neredeyse. Şehir
tiyatrolarında yıllarca alaylı usta-çırak ilişkisiyle yetişmiş, çok da iyi
eğitimi olan bir duayen, üstattır benim gözümde.
Oyunculuk, konservatuar veya
bir eğitim kurumundan alınmış bir diplomayla yapılmaz. Niyetini, çabanı ortaya
koyarak ilerleyeceğin bir şeydir oyunculuk. Şu anki genç oyuncular da neyse ki
bunu yapıyor. Ancak benim öğrencilik dönemimle bugünkü öğrencileri
karşılaştırırsak en büyük fark mesleğe duyulan saygı! Bizim için tiyatro mabet
gibiydi. Yıldız Kenter’in herhangi bir öğrencisinin tiyatroya veya mesleğe en
ufak bir saygısızlığı, geç gelmek veya çalışmamak gibi bir bahane söz konusu
bile değildi. Biz orada yatıp kalkıyorduk. Ancak bugün oyunculuk eğitiminin
verildiği kurumlarda o kadar coşkulu bir bağlılık yok. Birçoğu da zaten
tiyatrocu olmak gibi bir amaçla gelmiyor oraya. Televizyon oyuncusu olmak diye bir
şey yok, oyuncu olursun ve Haluk Bilginer’in her daim söylediği gibi onun da er
meydanı tiyatrodur. Bir oyuncunun tiyatro yapmak istememesi daha sonra alacağı
bir karar ama tiyatroyu hiç hedeflemeden oyunculuk eğitimi yürümez bence.
İstanbul Halk Tiyatrosu’ndaki öğrencilerin çoğu tiyatro aşkıyla oradalar.
Elbette televizyonda oynamak isteyeceksin, bunun yanlış bir tarafı yok. Ancak
mesleğin asıl fırınında piştikten sonra diğerleri olacak.
● İstanbul Halk Tiyatrosu’ndan bahsetmişken bu yıl
banko oyun olarak çevremdeki herkese önerdiğim Alevli Günler’i anmadan geçmeyelim. Yaklaşık 10 yıldır kapalı gişe
oynamanızdan bahsetmiyorum bile ama bu toplumun kırmızı çizgisi olan din
mevzusunu bir metin ve de reji, oyunculuklar bu kadar mı kırmadan, dökmeden
anlatır. Emeğinize, yüreğinize sağlık!
Çok teşekkür
ediyorum. Bir fikrin varsa bunu didaktik biçimde, karşında topladığın seyirciye
salt bir şeyler öğretme amacıyla, parmak sallayarak yapamazsın. Fikrini sanat
yoluyla ortaya koyabilirsin. Alevli
Günler’i sahneye koyarken benim gibi düşünmeyen insanları hedef almayı
amaçladım. Hedeften de kendi tarafıma çekme, ona fikrimle ateş etme gibi bir
şey algılanmasın, fikri ulaştırmak anlamında söylüyorum. Ben onları rencide
ederek onlarla fikirlerimi paylaşamam. İlk olarak bunu gözettim. Her türlü
inancın özgürce yaşanabileceğini, saygı çerçevesinde “biz” olabileceğimizi,
çoğunlukta olanın azınlığa zulmetmediği düzenin gerçek demokrasi olduğunu
göstermek istedik. Ve de benim için mesela bir baş örtülü kızın bu oyunu ayakta
alkışlaması büyük bir gururdur. İşte, “biz” olabilmişizdir o noktada. Biz aynı
fikirde olmadığımız, aynı dünya görüşünü paylaşmadığımız insanlarla bir arada
olduğumuz, olabildiğimiz yere tiyatro diyoruz. Bu nedenle de adını İstanbul
Halk Tiyatrosu koyduk. Umarım bu yeşeren atmosfer başka oyunlarla da, hatta
sanatın farklı dallarıyla da büyümeye daima devam eder.
● Yine sanat yoluyla toplumun başka bir hassas
noktasına değineceksiniz, hangisini seçerdiniz?
Dans
aracılığıyla ayrımcılığa değinmek isterdim. Yakın zamanda Beşiktaşlı futbolcu
Babel’e dünyadaki en kötü şeyin ne olduğunu sordular ve o da ırkçılık cevabını
verdi. Onun ırkçılık dediğini ben genel çerçevede ele alırdım. Güçlünün güçsüze
yaptığı ayrımcılık, cinsiyetçilik, ırkçılık; hepsinin bir arada olduğu genel
başlığı dans yoluyla ifade etmek isterdim.
● İçerde bitti, yeni serüvenler öncesi hadi gelin totem yapalım.
Sahne, beyazperde, ekran fark etmez; nasıl bir karakter canlandırmak veya nasıl
bir metni sahneye koymak istersiniz?
Shakespeare!
Bence dünyada tiyatro açısından gelmiş geçmiş en büyük yazar o. Kurduğu dünya
çağlar ötesi bir özgürlük ve ifade alanı yaratıyor. Yıllarca hep Shakespeare
çalıştım ama ne enteresandır ki profesyonel olarak sahnede oynamadığım tek
metin de Shakespeare metinleri (gülüyor.) Bu nedenle güzel bir Shakespeare
oynamayı veya yönetmeyi çok isterim.
KISA KISA
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film:
The Lobster.
Tüm zamanların en iyi filmi:
The Godfather 2.
Sizi en çok ağlatan film:
The Wrestler. Kolay ağlarım ben. Bizimkiler
(Sarp ve Mert) kavuştuğunda da ağlamıştım (gülüyor.)
Fazlasıyla abartıldığını düşündüğünüz film:
O kadar çok
var ki! Zaten Oscar töreni denen olayda sanat diye bir şey yok ortada, sektör
direkt. Mesela en son Leonardo DiCaprio’nun oynadığı, güya doğa ile insanın
arasındaki mücadelenin anlatıldığı The
Revenant dev bir hayalkırıklığı olmuştu. Bence hiçbir şey anlatamıyor.
Leonardo DiCaprio güzel oynuyor ama benim için güzel değil doğru önemli.
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Ayıp olacak
ama Bezirgan. Cem Davran, iki başrolü
birden oynuyor. Bezirgan’ı nereden
baksan iki senedir seyredemiyordum. Van’da yeniden izleme fırsatı buldum. Bizim
oyunlarımıza gelen birçok seyirci “Yeniden tiyatroya gitme şevki yarattı” yorumunda
bulunuyor. Ben de aynısını söyledim oyunculara. İyice demlemişler oyunu ve
Barış Dinçel’in muazzam sahne tasarımı da başrol kıvamında oyunu yükseltmiş.
Çok mutlu oldum.
Şu an okuduğunuz kitap:
Adam Fawler
– Empati.
Herkese önerdiğiniz kitap:
Shakespeare’in
tüm eseleri ve Henri Charriere'nin Kelebek’i.
Bir günlüğüne bir kitabın dünyasında
yaşayacaksınız. Hangisini seçerdiniz?
Kelebek. Pek çok egzotik yerde geçiyor ve hapishaneden kaçma
gibi adrenalin dozu yüksek olaylar yaşanıyor. Tam benlik (gülüyor.)
Son zamanlarda sürekli dinlediğiniz müzisyen/
şarkı:
Caz
dinliyorum genelde. Yes grubunun Owner of
a Lonely Heart adlı şarkıları şu sıralar replay modunda.
En çok gitmek istediğiniz şehir / ülke:
Havana.
Kariyerinizden sadece tek bir işle anılacaksınız,
bu hangisi olurdu?
Henüz o işi
yapmadım (gülüyor.)
Bugünkü Yıldıray Şahinler’i özetleyen söz:
Onu da
edebiyat tarihçisi bulsun demiş Orhan Veli (gülüyor.)