DasDas’dan içeri öyle bir girişi var ki attığı her adım “Evet,
arkadaşlar nerede kalmıştık? Hazır mıyız? Hava çok güzel, değil mi? Sizin de
enerjinize yansımıyor mu güneşin ışıltısı?” cümlelerine tekabül ediyor adeta.
Hızına yetişmekte zorlanırken, onun karşısında paslandığımızı hissediyoruz.
Çekim sırasında poz vermiyor, mimik ve jestleriyle geçmişte canlandırdığı
karakterlerin bazılarına selam çakarken, ileride geleceklerin de önizlemesini
sunuyor adeta. Ancak biz bence ileriyi şimdilik pek düşünmeyelim. Zira Nazan
Kesal, sıradan bir insanın anti-kahramana dönüştüğü, anneliğin kutsallık
tabularını kırdığı, kendi deyimiyle her kadının içindeki o ayrıksı ruhu çıkaran
Fazilet karakterine hayat veriyor. Fazilet
Hanım ve Kızları’ndan evvel önden bize kısa sürede dillere pelesenk olan
“Canına yandığımın dünyasında herkes para istiyor, Fazilet istemiş çok mu?”
repliğini gönderen Kesal, “Arada utangaçlarımız olsa da hepimiz Fazilet’iz
aslında bu yeryüzünde” tanımlamasıyla rolünü özetliyor. Durum böyle olunca
sohbetin her yerinde de Fazilet, tabiri caizse camdan sarkarak görünmez de olsa
Nazan Kesal’ın sözleriyle kendini hep hissettiriyor.
Fazilet Hanım ve Kızları’ndan direksiyonu kırıp da
başka istikametlere yol aldığımızda ise bugün içinde bulunduğumuz sistemin
çarklarından kutsallığın atfedildiği annelik figürüne, Kesal’ın “ruh işçiliği”
olarak betimlediği oyunculuk dünyasından yönetmen ile oyuncu arasındaki
iletişime kadar her tabeladan dalıyoruz içeri. Nazan Kesal’ın anlatımındaki, o
kadınsı güçlü duruşundaki tılsım beni etkisine alırken, Isabelle Huppert’e
hayranlığından bahsetmesiyle uyanıyorum. Çünkü kendisiyle çekim yapacağımız
bahsi açıldığında her ne kadar koşullar elvermemiş olsa da Emre ve Oğuzhan’a,
“Isabelle Huppert’in çekim konseptlerinden ilham alalım” dediğimi onunla
paylaşıyorum. O an ses kayıt cihazını tekrar açıyorum ve Kesal’ın, Huppert’le
tanıştığı anı dinliyorum. E, affınıza sığınarak onu da kısa günün kârı olarak
kendime sakladım. Zaten benim için unutulmaz olan ve de gururlandığım bu anın
bir nişanesi de bende gizli kalsın…

● Fazilet
Hanım ve Kızları, henüz yayına başlamadan
Fazilet’in sesinden duyduğumuz “Canına yandığımın dünyasında herkes para
istiyor, Fazilet istemiş çok mu?” repliğiyle dillere pelesenk oldu. Hem dizi
hem de karakter açısından sizi ilk yakalayan unsur neydi?
Fazilet’e
tek kelimeyle hayran kaldım. Dizinin ilk üç bölümünü okumuştum ve Fazilet’in,
benim şimdiye kadar televizyon dünyasında hiç oynamadığım bir karakter olduğunu
gördüm. Ne zaman ne yapacağı belli olmayan, okurken beni bile şaşırtan bir
karakter oldu. Mücadele etme biçimi ve de uğruna mücadele ettiği şey oldukça
ters köşeydi benim için. Ezber bozan, farklı bir kadın ama bir yandan da
hepimizin içinde böyle bir ruh yaşıyor. Her mahallede Fazilet olduğu gibi her
annenin içinde de Fazilet’in taşıdığı nüveler var. Arada utangaçlarımız olsa da
hepimiz Fazilet’iz aslında bu yeryüzünde. Bu arada bir noktayı da atlamayayım.
Senaristimiz Sırma Yanık’ın “Ben Fazilet’i sizin yüzünüzü hayal ederek yazdım”
dediği anı da asla unutamam. Benim oyunculuğuma inanılarak ve güvenilerek
yazılmış bir karakter var ortada. Bir yazar bunu hayal edebilse de eğer ben
oyuncu olarak o role bir şey katacağıma inanmasam oynamazdım. Fakat Fazilet
aracılığıyla bu topluma ve bu toplumda yaşayan annelere söyleyecek çok sözüm
olduğunu keşfettim ve de bu nedenle kabul ettim.
● Karakteri ete kemiğe büründürmeden önce kağıt
üstünde nasıl bir Fazilet’le karşı karşıyaydınız?
Üç
sayfalık bir özgeçmişle hayatıma girdi Fazilet. İki eşi olmuş; biri aşk, diğeri
de mantık evliliği. İki çocuk sahibi, hayatı boyunca yoksulluktan acı çekmiş ve
en büyük hayali bir gün zengin olmak. İki çocuğuyla bir başına koca İstanbul’da
yaşamak zorunda kalmış ve evlere gidip temizlik yaparak hayatını kazanmış.
Mesela baktığınızda işi de çok ilgimi çekti benim. Hepimizin evinde bir
biçimiyle yardım aldığımız, dertlerine ortak olduğumuz bu kadınlardan birini
oynama fikri yakaladı beni.
● Genelde meslek açısından bakıldığında Fazilet gibi
karakterler de yan karakterler olur. Evin hizmetlisinin kızı veya oğlu ön
plandayken o oldukça geride kalır. Fazilet
Hanım ve Kızları’nda tam tersi söz konusu.
Ne güzel
bir noktaya değindiniz. Fazilet Hanım ve
Kızları bu yönüyle, sıradan insanların kahramanlaşmasını gösteriyor. Sizin
de söylediğiniz gibi Fazilet, birçok dizide yan karakter gibi duran bir kadın
olabilecekken bu dizinin omurgası. Onun üzerinden açılıyor bütün hikâyeler ve
çatışmalar. Ev işçisi ve alt sınıfa ait bir kadın olması, yoksulluğun
pençesinde çocuklarıyla birlikte ayakta kalma mücadelesi ve ataerkil dünyadan
çok fazla tokat yemesi bugünün Türkiye tablosunu o kadar iyi ortaya koyuyor ki!
Fazilet, kaderine razı gelmemekle birlikte o kavramı kabullenmiyor zaten. Benim
de iştahımı artıran özelliği bu. Hiçbir şeye razı olmuyor; yoksulluğa,
kızlarının hayatlarının belirsizliğine, işsizliğe. Mahallenin en ayrıksı kadını
o. Güzelliğe düşkün, kadın gibi kadın, ev işleri yaparken bile güzelliğini
koruyor. Hayata karşı ne yaşarsa yaşasın dik duran, umut veren bir kadın.
Mücadeleci! O yüzden de çok büyük bir keyifle ve mutlulukla oynuyorum
Fazilet’i.
● Fazilet, ekranda kutsallaştırılan anne figürü
açısından da ezber bozuyor. Onun yarası çok derinlerde; izleyiciye empati kurma
alanı tanıyacak kadar yüzeyde değil. Bu yüzden Fazilet’in kızlarına, özellikle
de Hazan’a karşı tavırlarına kızıyoruz.
Malum
anneliği, “Cennet annelerin ayakları altındadır” gibi bazı deyimlerle tarif
ediyoruz. Annelik sizin de dediğiniz gibi kutsal sıfatıyla betimleniyor. Eylem
olarak kanınızdan, canınızdan bir varlık dünyaya getiriyorsunuz. O anlamda
kutsallığı anlıyorum ancak bu denli de kutsal bir figür değil bence anne. Eğer
öyle olsaydı yeryüzündeki erkekler bu kadar savaşçı ve yıkıcı olmazdı diye
düşünüyorum. Annenin çok büyük bir misyonu var ama dünyanın pek çok yerinde
anneler bu misyondan ziyade onlara atfedilen kutsallığın içinde kalmışlar.
Kendini eleştiren, sorgulayan, evlat yetiştirme noktasında içgüdüleri dışında
hareket etmeyen anne çok az bence. Biz anneliği aslında bilmiyoruz, bu sonradan
öğrenilen bir duygu. Ben de bir çocuk annesiyim ve annemin karnından anne
olarak dünyaya gelmedim. Doğurganlık, benim cinsime atfedilmiş çok kıymetli bir
özellik ama doğurduktan sonraki süreç gerçekten çocukla beraber annenin de
anneliği öğrendiği bir dönem. Bu öğrenme aşamasını bırakıp içgüdülerle hareket
ettiğimiz zaman çocuğu sadece koruma altına almaya, baskılamaya ve kendi
kafamızdaki çocuğu yaratmaya başlıyoruz. Dolayısıyla içgüdülerimiz,
doğurduğumuzu birey olarak görmemizi engelliyor. İşte, bunu biraz tartışmak,
sorgulamak ve onunla mücadele etmek gerekiyor aslında. Bunu başarabildiğimizde
doğurduğumuz kişi hem yavrumuz hem de kendi hayatını yaşayan bir birey oluyor.
● Fazilet, “Ben fakirlik içinde yaşadım ama kızlarım
zengin olmalı” içgüdüsüyle hareket ediyor. Öyle ki yalının beyine bile tabiri
caizse kancayı atmaya çalışmıyor. Varsa yoksa kızları, zengin erkeklerle
evlensin.
İşte, tam
da bu söylediğiniz anne modeli yani Fazilet, evlilik ve moda programlarındaki anne
ve kayınvalidelerin tıpatıp aynısı. Kapitalizm bizi uslu tüketiciler yapmak
istiyor. Maalesef paraya tutsak olduk, direnemedik. Para, insanı yendi. “Çevresine
uyum sağlayan ayakta kalabilir" der Darwin. Şimdiki zamanlar zenginliğin, paranın
peşinde koşulan zamanlar. Fazilet de bu anlamda çok uyanık bir karakter.
Televizyonda izlediği tüm programlara bakınca, “Madem sistem böyle işliyor. O zaman
ben de kızımı yüz güzeli yapar, hayattan da bu şekilde yırtarım.” düşüncesi
içinde. Fazilet işin kolayına kaçıyor. Emek vermeden ve bedel ödemeden hızlı
bir biçimde köşeyi dönme telaşı var. Toplumda da bunun pek çok örneğine
rastlıyoruz ne yazık ki! Ben de Fazilet’i, o kolay yolu seçen insanları
gözlemleyerek oynuyorum aslında. Sistem, “Paran varsa siz o sistemin içinde,
güçlülerin arasında yer alabiliyorsunuz.” diyor. Paran yoksa saf dışı
kalıyorsun ve maalesef insan bile değilsin. Fazilet de bu sistemin çarkları
dışında kalmak istemiyor.
● Sistemin yıkılması konusuna girmiyorum bile ama en
azından başka yöne evrilmesi sizce ütopik bir beklenti mi?
Ütopik mi,
değil mi bilemem çünkü bugünün Türkiye’si hem kültürel hem de sosyal, ekonomik
ve siyasi anlamda çok mutlu bireylerin yaşadığı bir ülke değil maalesef. Bunun
değişmesini çok isterim tabii. Herkesin mutlu olduğu bir ülkeyi hayal etmek çok
ütopik olmasa gerek. Ancak bu reel politikada zor biraz galiba. Ve direnmek de
bu toplumun mayasında pek yok maalesef. Kimse yoksul olmak istemiyor.
Direndiğin zaman birçok şeyden feragat etmek zorundasın. Saf olarak güçlünün
yanını seçmiyorsun ve daha yalnızlaşıyor, aynı zamanda da çaresizleşiyorsun.
Eğitim düzeyi, daha doğrusu farkındalığı yüksek insanlar o direnci gösteriyor ama aksi tarafta kalanlar çarkla paralel şekilde
hareket ediyor. Karamsar konuşmak istemiyorum, çünkü ne pahasına olursa olsun
benim hâlâ umudum var! Güneş her gün yeniden doğuyor.
● Fazilet’i de sistem çarkının dişlisi olarak
betimlediniz. Bu açıdan hangi noktalarda sizinle ters düşüyor?
Ne yalan
söyleyeyim bir rol, karakter olmasına ve onu benimseyip empati kurmam
gerekmesine rağmen bazen eleştiriyorum Fazilet’i (gülüyor.) Ancak onu
eleştiriyor olmam, kendi bakış açımla onun dünyayı, hayatı görmesini sağlamak
anlamına gelmiyor. Çekemem zaten, öyle bir hakkım yok. “İki kızımı zenginlerle
evlendirirsem ailece kurtuluruz” düşüncesi benim onayımı çok almıyor (gülüyor.)
Onu böyle oynasam bile bu yanına şaşırıyorum mesela. Bu kadar tutkulu, hırslı,
iştahlı ve de mücadeleci olması hoşuma gidiyor ama onun şiddetini zaman zaman
sorguluyorum. Mesela Fazilet’i oynarken politikacıların hırsını örnek alıyorum.
● Şimdi size “Belirgin siyasetçiler var mı?” diye
sorsam, “Başlık çıkarmak istiyorsun, değil mi?” deyip cevaplamazsınız diye
tahmin ediyorum. O nedenle o sulara girmeyeyim.
Para ve
politika insanın sınandığı yerler. İnsan olarak sınadığımız ve sınandığımız
şeyler. Fazilet’in hırsı da bitmek tükenmek bilmiyor politikacılar gibi.
● Fazilet gibi deyim yerindeyse döviz kurları misali
dalgalanıp da durulan bir karaktere hayat veriyor olmak oyunculuk açısından
nasıl avantaj ve dezavantajlara sahip?
Çalışmadığım
yerden yazılmış bir karakter olması çok büyük bir avantaj. Dezavantajının ise olmadığını
söyleyebilirim çünkü duygu dediğimiz şeyin oyuncu için sınırı yok. O anlamda
misal söz konusu duygu hırssa oyunculuk malzememi o duyguya sonuna kadar
açıyorum. Fazilet’in hırsının bir “dur” noktası yok. Hiç bu ölçekleri
oynamamıştım açıkçası. Fazilet’i oynarken tabiri caizse radyonun sesinin sonuna
kadar açıyorum. Küçük dozlar yetmiyor, o nedenle de yeri geldiğinde kendini
deli gibi tokatlıyor. Başarısızlığa veya kızının yaptığı bir hataya tahammülü
yok. Çünkü o hata, onun gördüğü rüyayı yerle bir edebilir. Bugüne kadar sinema
filmlerinde daha minimal, küçük ölçekte oyunlar sergiledim. Böylesini de seven
biriyim. Keza tiyatroda da aynı durum geçerli. O nedenle burada biraz
zorlandım. Fazilet’le birlikte büyük oynamayı öğrendim. Bu durum televizyon
dünyası için avantaj ama benim oyunculuğum için dezavantaj olsa da şu an bende
de avantaja döndü (gülüyor.) Büyük oynamanın izleyicide bir etki yarattığını
görmemi sağladı. İlk bölümlerde şöyle bir yorum okumuştum, sanırım Ranini
yazmıştı: “Televizyon dünyasında teatral oyunculuğun da işe yaradığını Nazan
Kesal bize göstermiş oldu.” Bu tarz bir cümleydi yanlış hatırlamıyorsam. Benim
aslında izlerken hoşlanmadığım bir oyunculuğun içinde bulmak zorundaydım
kendimi ama ne yazık ki ben de, izleyici de sevdik (gülüyor.)
● Fazilet karşınızda olsa onun gözünün önündeki hırs
perdesini kaldırıp hayatın hangi rengini ona göstermek isterdiniz? O, sizi
sistemin hangi çarkına sürüklerdi? Açıkçası bugün karşımda Fazilet
olsa tek bir cümle kurardım ona; “Fazilet, âşık ol” (gülüyor.) Âşık olmak, onun
hararetini biraz da olsa alır. Erkeklere biraz da olsa güvenmesini önerirdim
ona ya da güvenebileceği bir adamın karşısına çıkmasını dilerdim. Aşksızlık,
Fazilet’i yormuş. Artık ruhunu tamamlaması lâzım. Belki Sırma duyup yeni
sezonda yazar böyle bir şey (gülüyor.) Zor bir soru ama keyif verdi bana.
Fazilet, Nazan’la karşılaşsaydı ona biraz bencil olmasını söylerdi. Ben
insanların ruhlarına dokundukça mutlu olan biriyim. Günlük hayatta da
paylaşmayı severim. Bu yüzden Fazilet, bana bencilliği öğretse de ben
yapamazdım. Koç burcuyum ve inadım da inattır (gülüyor.)
● Senaryoyu aldığınızda karakteri çıkarana kadar
nasıl bir rutine sahipsiniz?
“Bu
karakterin bana ihtiyacı var mı?” Hangi senaryo olursa olsun ilk sorum daima
budur. “Bunu herhangi bir oyuncu oynayabilir mi, yoksa benden başka kimse
oynayamaz mı?” sorusunun cevabını ararım. Onun bana ihtiyacı olup olmadığını
anlamaya çalışıyor ve ben onu hayal edebiliyor muyum diye bakıyorum. Ertesi gün
o kadını sorgulamaya başlıyorum. “Bu kadın benden, hayattan, çevresindekilerden
ne istiyor?”, “Dünyaya ne söylüyor?”, “Cümlesi nedir?” gibi sorular
sıralanıyor. Bu hayatta bizler gibi karakterlerin de mottoları var. Yazarın, o
karakter üzerinden dünyaya mutlaka söyleyeceği bir cümle vardır. İşte, bulduğum
bu motto beni oynatıyor aslında.
● Fazilet’te bu motto neydi?
Birinci
bölümü okuduktan sonra “Çocuklarını ne kadar çok seven bir kadın” demiştim.
Fazilet gibi bir karakter normalde kızlarını ıslah evine bırakıp gider ve kendine
zengin koca bulur. Tek başına da refah bir yaşam sürdürür. Ancak o, kızları
için bu hayat mücadelesini veriyor. İşte, benim bulduğum bu cümle ile Murat
Saraçoğlu’nun hayalindeki motto uyuştu ve Fazilet’in hikâyesi de öyle başladı.
● Murat Saraçoğlu’nun rejisi oyunculuğunuzu,
Fazilet’e bürünmenizi nasıl etkiledi?
O kadar
şanslı bir oyuncuyum ki Murat Saraçoğlu’yla çalışıyorum ve de bu işe başlamadan
önce Fazilet için beni çok istediğini biliyorum. Fazilet Hanım ve Kızları bana teklif edilmeden önce aslında başka
bir dizi için imza atmıştım. O anlaşmadan bir ay sonra bana bu dizi geldiğinde
çok büyük bir heyecanla rolü okumuş ve üzülerek kabul edememiştim. Sonra diğer
iş çok garip bir şekilde benim istemediğim bir yöne doğru gitti. Ben de
ayrılmak zorunda kaldım ve Avşar Film’e, “Kesin başka bir oyuncuyla
anlaşmışlardır ancak ben yine de haber vereyim” diyerek bana Fazilet’i teklif
etmelerinden 20 gün sonra geri dönüş yapmıştım. “Sizi bekliyoruz” dediklerinde
de mutlu oldum. Murat, televizyon dünyasında bugüne kadar birlikte en keyifle
çalıştığım yönetmenlerden biridir.
İkinci yönetmenimiz Günay Günaydın’ı da
sevdim. Murat, oyun kurarken oyuncu odaklı çalışıyor. Yani kendi açısını
verdikten ve mizansenini çizdikten sonra alanı oyuncuya bırakıyor. Bu çok
kıymetli. Her hafta 150 dakikalık bir iş çekerek zamanla yarışıyoruz. Bu
hakikaten insanlık dışı ve olağanüstü bir performans. Dolayısıyla bu hızda
yapılan bir çalışmadan kalite çıkarmak da bir mucize. Ancak Murat, oyuncuyla
aynı auradan bakıyor her şeye. Bunda, bağımsız sinema dünyasından gelen bir
yönetmen olmasının etkisi büyük. Murat’ın rejisinde “ego” ve “iktidar” denilen
tehlikeli kavramlara rastlamazsınız. Biz hayatımızda iktidarı bir şekilde her
yerde görüyoruz. Aslında iktidar, kötüye kullanmadığın sürece sıkıntı doğurmaz.
Murat’ın egoya bağlı iktidarını, bizlere çok alttan, naif biçimde
hissettiriyor. Zaten bunu da yapmazsa her hafta böyle işler çıkaramayız. Seni
ezmeden, kırmadan, onore ederek yol alıyor. Çok az yönetmende gördüm bunu.
Murat, anlamaya çalışır, sorar ve danışır. Sürekli paslaşıyoruz birbirimizle.
Çok mutluyum onunla ve de ekibiyle çalışmaktan. Başka bir ekibin içinde Fazilet
böyle olmazdı. Murat imzasını çok güzel attı.
● Murat Saraçoğlu’nu o kadar güzel anlattınız ki
sizin aracılığınızla Karagül dizisindeki
o rüya sahneleri için teşekkür etmek istiyorum. Beni Tarsem Singh’in The Fall filmindeki mistik ve de görsel
açıdan inanılmaz zengin dünyaya götürdü. Sinemasal bir görsel anlatım dili
sundu izleyicilere.
Murat
Saraçoğlu sinemacı. Sinema filmi çekmek için can atan bir yönetmen. Çok okuyan,
entelektüel bir adam. Kendini sürekli besliyor. Televizyonda yaptığı işler de bu sebeple fark yaratıyor. “Haftalığımı alır otururum” kafası
yok. O yüzden size, izleyene güzel geliyor. “Televizyonda sanat yapılamıyor ve
yapılamaz” görüşüne inanıyorum ancak Murat Saraçoğlu, bu algıyı kırmaya gayret ediyor.
● Röportajdan önce Afra Saraçoğlu’na oyuncu koçluğu
yaptığınızı söylemiştiniz. Bu anlamda genç kadroyu nasıl yorumluyorsunuz?
Afra’yla,
benimle olduğu sahneler için mutlaka daha detaylı biçimde çalışıyoruz. Önü açık
bir oyuncu ama daha çok kafa yorması lâzım oyunculuğa. Olumlu anlamda hırslı
biri, hayal kuruyor ve iyi bir oyuncu olmak istiyor. Farkındalığı çok yüksek ve
bence ciddi anlamda umut vaat ediyor. Çabası çok kıymetli benim için. 8 hafta
boyunca oyunculuk dersi vermiştim, onlara da geldi. Bence gayet güzel gidiyor.
Alp (Navruz) ve İdris (Nebi Taşkan) de Afra gibi pırıl pırıl ve umut vaat eden
gençler. Onlarla da aynı sahneye düştüğümüzde mutlaka müdahil oluyorum. Zaten
onlar istemese de bunu yapıyorum çünkü bir oyuncuyu kendi gücü değil,
karşısındaki yansıması açığa çıkarır. Eğer karşılıklı biriyle oynuyorsanız,
izleyici karşınızdakinin sizin oyununuzu alıp almadığına bakar. Oyunculuğunuzun
gücü, karşınızdaki iyi bir oyuncunun performansıyla daha da artar. O yüzden
biraz kendimi düşünerek de karşımdakini çalıştırıyorum.
● Bu açıdan oyunculuk gücünüzü en iyi açığa çıkaran
oyuncu kimdi?
Yakın
zamanda bizim dizide ilk defa çalıştığım, Kerime karakterini oynayan Türkan
Kılıç’a ondan çok güzel pas aldığımı söyledim. Onunla olan sahnelerimizde
kendimi müdahil olmadan akıp giden bir oyun içinde buldum. Böyle olunca orada
olmanın bir anlamı oluyor oyuncu olarak.
● Karşılıklı oynamak açısından oyunculuğunu merak
ettiğiniz bir isim var mı?
Genelde
beni o anlamda merak eden çok çıkıyor karşıma. Böyle de deyince ukalalık gibi
algılanmasın lütfen, bana söylenen bu (gülüyor.) Aşk ve Ceza adlı diziyi çekerken Nurgül Yeşilçay’dan duymuştum ilk
defa. “Şu işte, her hafta ne oynadığını merak ederek televizyon karşısına
oturduğum tek oyuncusun” demişti bana. Açıkçası ben de Gonca Vuslateri’ni merak
ediyorum. Bunu yanlış anlamayın lütfen ama çok zor beğenen biriyim. Kendimi de
hiç beğenmem. Dolayısıyla o zor beğenen tarafım Gonca’yı çok beğeniyor.
● Kendinizi beğenebilmek adına tüm işlerinizi göz
önünde bulundurduğunuzda bugünkü Nazan Kesal hangisini tekrar oynamak ister?
Mikadonun Çöpleri. 2003-2004 sezonunda Diyarbakır
Devlet Tiyatrosu’nda oynamıştık. Kötü değildi ama bugünkü aklımla tekrar
oynamak isterim. Müthiş bir eser zaten.
● Sizin için oyunculuk hayatta neye aracılık ediyor?
Ne güzel
sorular soruyorsunuz! Beğenmeyen biri olarak beğendim (gülüyor.) Hiç
çalışmadığım yerlerden geliyor. Yaşamda misyonum olduğumu düşünüyorum. Bizler
sadece ekran yüzleri ya da tirad ezberleyip sahneye çıkan insanlar olmamalıyız,
sorumluluğumuz büyük. O karakterler aracılığıyla bu dünyaya söyleyecek çok
sözümüzün olduğunu düşünüyorum. Ruh işçisiyiz aslında. İşin artistik patinaj
kısmı beni hiç ilgilendirmiyor. İnsanların duygularını harekete geçirerek bu
dünyada kendi değerlerini ve anlamlarını bulmalarında katkımızın olduğunu
düşünüyorum. Bana hayran olunması veya oyuncu olarak beni baş tacı etmesi seyirciyi
ilgilendirir, beni değil. Nasıl yansıdığımla değil, doğru oynayıp oynamadığımla
ilgiliyim.
KISA KISA
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film:
Albüm. Çok iyi bir filmdi. İçinde olmayı çok isteyebileceğim bir iş
olmuş. Çölde bir vaha gibi.
İzlemekten her defasında ayrı keyif aldığınız film:
Pazar
sabahları TRT 1’de yayınlanan western filmleri. Defalarca izleyebilirim onları
çünkü zamansızlar. Esaretin Bedeli’ni
çok severim.
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Torun İstiyorum (gülüyor.) Gerçekten öyle.
Beni çok mutlu eden bir tekst olarak çıktı karşıma. Kemal Aydoğan ilk
gönderdiğinde, “Bu oyunun bir parçası olursan çok mutlu olurum” demişti. Ben de
okuduktan sonra direkt “Bu anneyi ben oynamalıyım” cevabını verdim. Şu an bir
sezonu bitirdik ve seneye de devam edeceğiz. Torun İstiyorum, hem oyun metni hem Kemal’in rejisi ve kadro
anlamında etkilendiğim bir oyun.
Başucu romanınız:
Ben biraz
şiirciyim. Gülten Akın ve İranlı şair Füruğ Ferruhzad’ı severim. Her gün
mutlaka onların bir şiirini okurum.
Bir sinema filmi veya kitabın dünyasına girip orada
bir gün geçireceksiniz. Hangilerini seçerdiniz?
Üç Renk’in Mavi’si.
Juliette Binoche oynamıştı ama ben daha iyi oynayabilirim (gülüyor.) İddiaya
bakar mısın? Bir de Isabelle Huppert’in Pianist’i.
Hayranım onun oyunculuğuna. Kitap olarak da Anna
Karenina veya Kürk Mantolu Madonna.
Son zamanlarda sürekli dinlediğiniz müzisyen ya da
şarkı:
Evimde
sürekli radyo çalar. Klasik müzik dinlemeyi çok severim. Şarkıcı olarak da Cem
Adrian’ı çok değerli buluyorum. Kardeş Türküler’in solisti Feryal Öney’in de
hastasıyım. Aynı zamanda çok yakın arkadaşım. Grup olarak onları büyük bir
keyifle dinliyorum.
Geçmişte bir yaşa geri dönüp onu tekrar
yaşayacaksınız. Hangi dönemi seçerdiniz?
O kadar güzel
bir çocukluk yaşadım ki! Büyükanneler ve büyükbabaların da olduğu bir ailede,
sevgi sarmalı içinde büyüdüm. Bu nedenle 8-9 yaşlar benim için çok kıymetli ve
o yılların hafızası da çok güçlü bende. O dönemi seçmek isterdim.
Şu anki Nazan Kesal’ı betimleyen söz:
Neşeli olalım ki genç kalalım.
*
Fotoğraflar Emre Yunusoğlu
Styling Oğuzhan Erdoğan
Mekân DasDas