Emel Çölgeçen: Televizyona iş yapmak, suya yazı yazmak gibi...

Emel Çölgeçen: Televizyona iş yapmak, suya yazı yazmak gibi...
Ekranda hep sesinin oktavıyla değil, duruşuyla güçlü olan kadın karakterlere hayat verdi Emel Çölgeçen. Onun deyimiyle her biri de “hikâyesi olan” karakterlerdi. Şimdiyse Kırlangıç Fırtınası ile bunlara bir yenisini, Ülfet’i ekliyor. Çekimler için Kapadokya’ya dönmeden bir gün önce kendisiyle Pera Palace’ın tarihi atmosferinde bir araya geldik. Sıfır makyajla gelen Çölgeçen’in yeşil gözleri, en iyi makyajı bile nakavt edecek bir güzellik katıyor yüzüne. Zaten kendisiyle ilgili yorumları okuduğunuzda bunların yarısında başrol o gözlerin. Geri kalan kısmı da Aliye ve Kapadokya Düşleri adlı diziler ile DOT’un geçmişte sahneye koyduğu Pornografi oyunundaki unutulmaz performansı işgal ediyor.

Bununla birlikte kendisine dair neredeyse hiçbir detayın bilinmediği de onu takip edenlerin en büyük veryansınlarından biri. Onun deyimiyle televizyona yapılan işlerin, suya yazı yazmak gibi olduğunu da düşünürsek canlandırdığı karakterlerle tanıdığımız Çölgeçen’in kendisini tanımak kaçınılmaz oldu. Sonuç mu? Hayatı kaydetmek yerine yaşamayı tercih eden, söz konusu tamir olduğunda elinden her iş gelen, Benedict Cumberbatch ile Meryl Streep hayranı, bipolar karaktere hayat vermek isteyen ve de şu sıralar çelloya merak saran bir kadın buldum karşımda. Enerjisinden herkesin nasiplenmesini sağlaması ve de derinlerden “Kahrolsun romantizm” dese de bu duyguyu içinden atamaması da cabası. Emel Çölgeçen, sıradan gözüküp taşıdığı renklerle tanıdığınızda sizi şaşırtacak biri. Ben onu geçen hafta bugün tanıdım ve de onu tanıdığıma memnun oldum, sıra sizde!

 

● Limon Film, sizi bırakmaya niyetli değil galiba. Poyraz Karayel’in ardından aynı yapım firmasının Kırlangıç Fırtınası adlı yeni dizisiyle ekranlardasınız.
Poyraz Karayel’den sonra Limon Film’le bağlarım kopmadı. Aslında başka projeler için görüşüyorduk. “O mu olsun, bu mu olsun?” diye düşünürken bu projeler ertelendi ve Kırlangıç Fırtınası teklif edildi. O dönem sadece ilk draft senaryosunu okumuştum ki bu hafta izlediğiniz diziden oldukça farklıydı. Şu anki hikâye okuduğum metne göre çok değişti. Açıkçası ilk okuduğum beni bu kadar heyecanlandırmamıştı. İşte, tüm bunları düşünürken kendimi bir anda -12 derecede, Kapadokya’da buldum. Aralık sonu başladık çekimlere ve o dönem üç bölüm çektik. Ancak malum dizinin izleyiciyle buluşması gerekiyor hikâyenin devamı için. İzleyicinin tepkisiyle de ufak revizeler olabilir. Şimdi de yayına çıktığı için bu röportajın hemen ardından Kapadokya yolcusuyum (gülüyor.)
 
● Oyuncu için de zor olmalı izleyici tepkisini ölçmeden birkaç bölüm çekmek.
Tabii çok zor. Poyraz Karayel’de de başımıza gelmişti bu. Sekiz bölüm çektikten sonra yayına girdik. Hiçbir şey izlememiştik ve hepimiz tedirgindik. Ne yaptığımızı bilmiyorduk. Burada da öyle oldu. Şimdi bakacağım ve kesin “Bunları yapmamalıymışım” dediğim yerler olacak (gülüyor.)
 
● Söz konusu özeleştiri olduğunda oyunculuğunuzda kendinize en acımadığınız konu nedir?
“En iyi oyunumuzu oynamadan öleceğiz” deriz bizler. İyi ki de öyle hiç bitmeyecek bir öğrenme serüveni içinde uzun, sonu olmayan bir yolculuk oyunculuk. Yaratım süreci her zaman çok sancılıdır, geceleri uykunu kaçırıp tavana diktirir gözlerini.  Bedenen sabit durursunuz ama zihniniz hiç durmaz, acımadan döversiniz kendinizi düşüncelerinizle.  Özetle her zaman daha iyisinin olduğunu bildiğiniz bir süreçte kendinizi her daim acımadan kanatırsınız. Belli bir durumu ya da konusu yok sadece siz, oyununuz, oynadığınız karakter ve kelimeler var.
 
● Malum Kırlangıç Fırtınası’nın henüz ilk bölümü yayınlandı. Bu nedenle klişeye kaçıp karakterinizi bir de sizden dinlesek.
Ülfet, 16-17 yaşlarındayken mahalleden genç bir çocuğa âşık oluyor; adı Cengiz. Her şey mutlu mesut giderken Ülfet’in ailesinde maddi bir sıkıntı yaşanıyor. Bunun için de genç kızın annesi Fikret ile ağabeyi Kudret, onu 40 yaşında, Almanya’da yaşayan zengin bir adamla evlendirmek üzere sözleşiyor. Fakat Ülfet istemiyor. Bu esnada askerde olan Cengiz, bir hastalık sebebiyle askerden dönüyor. Ülfet, ona durumu anlattığında da iki genç kaçıyorlar beraber. Ülfet hamile olduğunu fark ediyor. Aynı anda Kudret’in eşi de hamile. Ülfet ve Cengiz, ailenin hiç kullanmadığı bir bağ evine sığınıyor, orada aylar geçiriyorlar beraber. Derken doğum anı geliyor ve Ülfet’in babası yaşında olan Ahmet ile Kudret, bağ evini basıyor. Cengiz’i öldürüyorlar. O sırada Ülfet de çocuğu doğurmuş. Kudret’in eşi de aynı sıralarda doğum yapmış ancak bu esnada baygınlık geçirmiş. Gözünü açtığında Kudret, eşine ikiz doğurduğunu söyleyip Ülfet’in oğlunu da ona veriyor. Ahmet de Ülfet’i Almanya’ya götürüyor. 25 yıl sonra Ahmet vefat ettikten sonra Ülfet, artık varlıklı, bambaşka biri olarak intikam almak için geri dönüyor.
 
● Çocuğu kendisinden koparılmış anne dramı son zamanlarda oldukça yaygınlaştı. Kırlangıç Fırtınası da bunlardan biri oldu. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Kırlangıç Fırtınası, hangi yönüyle diğerlerinden ayrılıyor?
Her şeyden önce Kırlangıç Fırtınası’nda çok ciddi iki salt kötü karakter var; Ülfet’in annesi Fikret ile ağabeyi Kudret. Ağabey, annenin maşası gibi ama onun da içinde kötülük tohumları var zaten. İkisi için de karanlık ruhlar desek yeridir. Bence bu Kırlangıç Fırtınası’nın en farklı yanı. Anne-çocuk dramına gelecek olursak, bu bir dönem herhalde. Malum bir ara mafya dönemi vardı, sonra tarihi dramlar onu takip etti. Şimdi de anne-çocuk dramı dönemini yaşıyoruz. Aslında baba üzerinden güzel hikâyeler izledik geçmişte. Baba ocağı kavramı vardı eskiden. Daha sıcak işlerdi. Yarın öbür gün çocuğunu kaybeden ya da onu reddeden anne akımının yerini yine baba ocağı alabilir. Belli olmaz (gülüyor.)
 
● Senaryoda sizi ilk hangi unsur yakaladı?
Bu iş beni biraz zorlayacaktı. Daha önce oynadığım rollere pek benzemiyor. Bir de açıkçası bunun bir intikam hikâyesi olması hoşuma gitti. Salt kötü karakterlerin aileden ve de bir konak hikâyesi olması ilgimi çekti. Daha önce hiç konak hikâyesinde yer almamıştım. Bir de kadro da tabii çok önemli bir unsurdu. Ülfet’i de sevdim. Umarım izleyici de benim gibi karşılar Ülfet’i.

 

● Rol çalabilecek, masalsı bir coğrafyada gerçekleşiyor çekimler. Hikâyenin Kapadokya’da geçmesi oyunculuğunuzu nasıl etkiliyor?
Maalesef henüz o masalsı yönüyle oyunculuğumu etkilemedi. Çünkü iki ay boyunca hava karardığında sıcaklık -20, 24 derece; gündüzleri ise en yüksek -11 derece oluyordu. Çok zorlandık çekimleri yaparken. Geçmişte Kapadokya Düşleri adında bir dizi çekmiştim orada. O dönem çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Pencereden baktığında manzaranın sonsuzluk olması muazzam bir duygu. Bu seni oyunculuktan önce ruhen besliyor. Kapadokya, meditasyon yapmak veya kitap yazmak için bence harika bir coğrafya. Havalar ısındığında hem boş zamanlarımı iyi şekilde değerlendireceğimi düşünüyorum hem de oyunculuğuma katkıları olacağına inanıyorum. Yakın zamanda Kanbolat (Görkem Arslan) gelip beni tüm gerekli yerlere götürecek. Yer Gök Aşk’ın çekimlerinden ötürü iki sene boyunca Kapadokya’daydı o ve her şeyi, herkesi tanıyor. Onun rehberliğiyle artık coğrafyaya hâkim olurum.
 
● Büyük heyecanlarla işe başlanıyor, tabiri caizse tüm ekip insanlık dışı koşullarda çalışıyor. Ve bir bakıyorsunuz 90 küsur bölüm süren dizi de var, dört bölümde yayından kalkan da. Bu acımasız ortamda motivasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz?
Televizyona iş yapmak, suya yazı yazmak gibi maalesef. Hal böyle olunca motivasyonu sağlamak da işi sevmekle alakalı sanırım. Mesleğe olan sevgi ve saygından ötürü etik olarak devam etmek zorundasın. Zaten yapacak başka bir şey de yok. Şahsen ben farklı bir meslekte hayal edemiyorum kendimi. Ancak sektör dediğiniz gibi ne yazık ki çok acımasız. Hoş, sektör bile demek güç. Bir sendika var ama yok ve bence olmayacak da. Benim anladığım, televizyonda çok büyük paralar dönüyor. Tabii bunlar bizim bileceğimiz konular değil. Biz sadece bölüm başı alacağımız ücreti biliyoruz. Onun dışında gördüğüm ve de reklamcı arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla ciddi rakamlar dönüyor. Bu rakamları, bu kapitalist düzenle çok paylaşmak isteyeceklerini de sanmıyorum (gülüyor.) “Hepimiz bu gidişata dur diyelim” demek bir lüks bence ve çok az sayıda oyuncu bu lükse sahip. Çok uzun saatler çalışıyoruz setlerde. Özellikle de set emekçilerinin evi olmuş durumda setler. Ve dediğiniz gibi o emekçiler, dört hafta sonra evlerinden olup yeni ev arayışına giriyorlar. İşin kötü yanı bu çarpık düzenin daha da kötüleşeceğini duydum. Geçenlerde Ülfet’in kafa sesi için stüdyoya gittiğimde sürelerin daha da uzayacağını söylediler. Zaten gece gündüz çalışıp zor yetiştiriyoruz. Beş dakika bile uzayamaz şu an. Aliye zamanı iyiydi. PT1 ve PT2 dizileri vardı. Aliye, PT1’e girerdi. Akşam 8 buçuk gibi başlar ve 70 dakika sürerdi. PT2 dizisi ise akşam 10’a doğru başlardı ve hikâye anlatımında daha özgür olunurdu. Çeşit de çoktu o zaman. Şimdi her kanal tek bir diziye umut bağladığı için haliyle tutan, bakteri gibi yayılıyor. Bu açıdan BluTV heyecanlandırıyor beni. Herkesin performansını tam olarak gösterebileceği bir platform. Masum da bence harika bir iş olmuş.
 
● 2018 yılında dijital portaldaki ve televizyondaki programlar, aynı reyting sıralamasında yer alacak. Sizce dijitali daha da besleyen güzel bir rekabet olur mu?
İnterneti bu ülkenin yüzde 20’si kullanıyor. Geri kalan yüzde 80 ise televizyonla yaşıyor. Bu çoğunluğu etkileyecek hale gelmesi için bence daha çok var. Ancak bu süre zarfında dijital platformların ve yapımcıların havlu atmayıp internete daha üretken bir şekilde iş yapmaları lâzım. Dijitali de besleyen güzel bir rekabet olması için en az birkaç yıl var önümüzde. Dijitalin hâkim olması içinse yaklaşık bir 10 yıl geçmesi gerekiyor.
 
● Bu konuya devam edersek içinden çıkamayız (gülüyoruz.) Biz en iyisi size dönelim. Hakkınızda yapılan yorumlar ikiye ayrılıyor: Sağlam, nokta atışı karakterler seçiyor ve kendine kabuk örmüş, gizemli biri. Öncelikle ilkinden başlayalım; nedir bir karakteri sağlam kılan?
Kabuğum mu varmış? (Gülüyor). Sağlam karakter, hikâyesi olan karakterdir. Pamuklar içinde şımartılarak büyütülmüş bir karakter vardır ortada. Ancak bugün başına acı bir olay gelir ve yara alır. İşte, o zaman bir hikâyesi vardır artık onun. Ve o hikâye ne kadar renkliyse karakterin de o kadar renkli olacaktır. Senarist de eğer yazdığına tamamen hâkimse o zaman tadından yenmeyen bir çalışma çıkacaktır. Zaten bence önce senaryo, sonra yönetmen, ardından da biz giriyoruz devreye. Masalı da yönetmen oluşturuyor. Ben de onun gözünü bilmiyorum izleyene kadar. Yapmam gerekeni yapıyor, oynuyorum. Onun vizyonuna kalmış birisin sen de. Bence sağlam karakter de bu dinamikler altında çıkıyor.
 
● Bugüne kadar rol aldığınız yapımlarda tüm bu bahsettiklerinizin eksiksiz veya en azından eksiksize yakın olduğu iş hangisiydi? 
Tabii ki Poyraz Karayel. Bir de Aliye vardı; o da gerçekten çok güzel bir projeydi.
 
● Sizinle bir araya gelmişken Poyraz Karayel’den bahsetmeden olmaz. Veda gecesine de katıldığınızdan bahsettiniz. Tüm ekiple yeniden bir araya gelip o sağ alt köşede ‘Final’ yazısını görmek size neler hissettirdi?
Son sezon içinde olmasam da Poyraz’ın yeri bende hep ayrı duracak. Final yapacağını öğrendiğim gün gözlerim doldu. Her güzel şeyin bir sonu var derler ya hani... O gece yemekte de hem izlediğim sahnelerin duygusuna ağladım hem de bitişine ve bu ekiple bu projede yer almış olduğum için mutluluğuma. Çok karmaşık, sanırım kelimelere dökmem zor olacak.
 
● Poyraz Karayel’in, filmografinizde farklı yere koymanızı sağlayacak özellikleri neler?
Tabii ki her zaman söylediğim gibi önce hikâyesi, sonra ise Çağrı’nın (Vila Lostuvalı) rejisel anlamda yarattığı o vurucu dünya ve her biri birbirinden değerli yetenekli oyuncu arkadaşlarım ve ustalarım ile aynı sahnelerin havasını solumuş olmak diye özetleyebilirim. Bir de Sema, canım Sema’yı ben çok sevdim. Onu gerçekten özleyeceğim.
 
● Poyraz Karayel setine dair perde arkasından unutulmaz, size çok keyif veren bir anınızı sorsam…
Sette sayılamayacak çok anım var onlar bende kalsın ama sanırım en güzeli ilk sezon tüm ekip kocaman bir aile olarak Altın Kelebek ödül törenine beraber gitmemizdi. Ekip aile gibi olunca iş de öyle güzel, samimi oluyor işte.
 
● Hakkınızdaki yorumlardan ikinci kısma gelelim; o meşhur kabuk (gülüyoruz.) Gerçekten gizemli bir yanınız var ama. Sizinle ilgili herhangi bir şey öngörülemiyor.
Aslında çok pozitif ve dışa açık biriyim ama galiba dediğiniz gibi pek belli etmiyorum. Valla İstanbul’da doğup büyüdüm. Annemle babam da İstanbullu ama anne tarafım Üsküp göçmeni. Çok Türk tipi bir aileyle büyümedim. Babam yurt dışında okuduğu için olsa gerek Türkçe müziği arkadaş edindikten sonra öğrendim. Pink Floyd şarkılarıyla büyüdüm evde. Çocukken tenis oynuyordum. Sonradan sosyalleşmeye ve kendi çevremi seçmeye başlayınca hayatın başka bir tarafını öğrenmeye, görmeye başladım. Çok düzenli biriyim, arkadaşlarım özellikle bu yanımdan biraz dem vururlar (gülüyor.) Mesela biri gelir, çayını içer ve bardağı sehpaya koyar. İşte, o bardak bir saniye bile kalmaz orada. Hemen alıp mutfağa götürürüm. Her şeyi tamir edebilirim. Tiyatroya başladığımda sahneden önce işin perde arkasında yer almıştım. Işıktan sese, elektrikten dekor taşıma ve kurmaya kadar her şeyi yaptım. Hatta dekor kamyonunu bile kullandığımı söyleyebilirim. O günlerden kalan bir miras olsa gerek. Artık sıkılıyorum ama mümkünse sifonu da ben tamir etmeyeyim (gülüyor.) Sırf bu özelliğimden ötürü bilerek matkap almıyorum eve. İşte, bu şekilde kendime ait bir dünyam var ve çok memnunum. Tek başıma kalmaktan hiç sıkılmam. Evden altı gün çıkmayayım asla bunalmam. Yapacak tonla şey bulurum; yazarım, çizerim, okurum, izlerim. Kedimle birlikte takılıyoruz biz böyle, iyiyiz.

 

● Romantik, bohem bir duruşunuz da var.
Evet, romantik bir insan olduğum ne yazık ki bir gerçek. Fakat bu dönemde mümkünse romantik olunmasın. Yanlış dönemdeyiz. Kapitalizme uygun bir şey değil (gülüyor.)
 
● Bu yıl Popüler Gerçek adlı oyunla da sahnedesiniz. Fakat tiyatro maalesef son zamanlarda üzücü olaylarla anılıyor. Özellikle de Ankara DTCF’de yaşananlar malum. Genel bakacak olursanız Türkiye’de tiyatro yapmayı nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye’de tiyatro yapmak zor. Aslında Türkiye’de sanat yapmak zor. Sanata çok değer verilmiyor çünkü sanat, ürkütücü bulunuyor. Sanat, en büyük silah. O yüzden bunu fark edip onu bastırmaya, yok etmeye çalışıyorlar. Almanya’da bir dönem dünyadaki sanatçıların çoğu Berlin’de toplansın diye Berlin’de yaşayan sanatçılara ücretsiz çatı katı tahsis edilirdi. Çünkü gücün sanatta olduğunu biliyorlardı. Bugünkü tiyatroya gelirsek, Ankara DTCF’de yaşananlar maalesef üzücü bir kıyım. Çok değerli eğitmenlere yazık oluyor. Bunun dışında Türkiye’de tiyatro yapmaya gelirsek, bugün tiyatrolarda büyük tanıtımlar yapılacak kadar paralar yok. Ben şu an bir dizide oynuyorum ve her yerde afişleri var. Ancak tiyatronun böyle bir şansı yok. İyi işler yapıldığı sürece seyirci olacak. Ancak bugün hâlâ pek çok insana tiyatro biletleri pahalı geliyor. Umarım böyle düşünenlerin sayısı azalır ve Türkiye’de daha özgürce, daha umutlu ve mutlu şekilde tiyatro ve de sanat yapılır.
 
● Sanatın en büyük silah olduğundan bahsettiniz. Bu silahı, sanatın hangi dalıyla neye doğrultmak isterdiniz?
Kapitalizme doğrultmak isterim. Aslında herkes bunu yapıyor ama maalesef hiçbir şey değişmiyor. Bir gün insanlar bu düzenin kendilerini mutsuz ettiğini anlayacaklar. O zaman belki eskiden olduğu gibi mutlu olacaklar. Bu arada kapitalizme sanat formundaki silahı doğrultsaydım bunu bir video çalışmasıyla yapardım. Çünkü insanlar artık sadece ekrana bakıyor. Evde tek başına oturup yazdığın tweet’e cevap verilince etrafının çok kalabalık olduğunu sanıyorsun. Yalan dolanla beraber kendimize yalan bir dünya yarattık. Kimse kimsenin gözüne gerçekten bakmıyor, kimse kimseyle gerçekten konuşmuyor. Herkesin aklı orada, o küçük ekranın ardındaki dünyada. Bence şu an bu dünyada cehennemi yaşıyoruz.
 
● Bu karamsar tablo karşısında içinizdeki umudu kaybetmemeyi nasıl başarıyorsunuz?
Çünkü ben herkesin telefonuyla fotoğrafını çektiği o gün batımını izliyorum. Önüme kahve konulduğunda onun fotoğrafını çekmek yerine kokusunu içime çekiyor ve zihnime kazıyorum. Anda olmayı başarmak gerekiyor. Zaten anda olabilmek oyuncu egzersizidir. Ben de işte o anın tadını çıkarmaya çalışıyorum.



KISA KISA
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film:
Lion, 20th Century Women, Moonlight.. 
 
Defalarca keyifle izleyebileceğiniz film:
The Bridges of Madison County, Eyes Wide Shut.
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen tiyatro oyunu:
DOT’ta sahnelenen, İbrahim’in (Selim) tek kişilik oyunu Bunu Ben De Yaparım ve Semaver Kumpanya’nın Cimri’si ile Metot’u. Şu an Oyun Atölyesi’nin sahnelemek için hazırlandığı Arzu Tramvayı için de oldukça heyecanlıyım. Merakla bekliyorum.
 
Son okuduğunuz kitap:
Gonca Omaroğlu – Talya. Stefan Zweig da okuyorum şu sıralar sürekli. İnce klasikleri var; her birinde tiyatro oyunu olur tek kişilik. Grace Paley’nin İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden ve Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık’ını okudum yakın zamanda. Onlar da çok iyiydi.
 
Herkese önereceğiniz kitap:
Nâzım Hikmet – Memleketimden İnsan Manzaraları ve Antoine de Saint-Exupéry – Küçük Prens.
 
Son zamanlarda sürekli dinlediğiniz müzisyen:
Damien Rice’a sardım bu aralar. Aslında kadın vokal daha çok seviyorum ama Damien Rice’ın sesi de huzur veriyor. Melody Gardot ve şu sıralar çello çalmayı öğrenmeye başladığım için Yo-Yo Ma’yı ve diğer çellistleri de sıklıkla dinliyorum. Bir de Lara Di Lara ve her zaman Rebel Moves (gülüyor.)
 
Bilmediğimiz bir yeteneğiniz:
Yazıyorum. Fakat kimseye okutmuyorum (gülüyor.) Ve günün birinde bir kitapta da derlemeyeceğim yazılarımı. Çok dağınık yazıyorum çünkü ve toparlamak istemiyorum. Evim defter ve kalem dolu. Eylem olarak yazmayı da seviyorum. Bilgisayarda asla yazı yazmam. Mail yoluyla röportaj yaptığımda da önce elle yazıyorum, sonra bilgisayara geçiriyorum. Eski kafalıyım biraz, bu döneme ait değilim belki.
 
Kendinizi hangi döneme ve coğrafyaya yakın hissediyorsunuz?
Teknolojinin olmadığı bir döneme; daha az kalabalık bir dönem. Mektup yazılan, tanıdık tanımadık herkesin birbirine günaydın dediği, insanların nezaketle birbirlerini dinlediği, ellerindeki sanal ekranlara değil de gerçekten birbirlerine baktıkları bir dönem. Ütopik düşler dönemi (gülüyor.)
 
Nasıl bir karakteri canlandırmak ve kiminle karşılıklı oynamak ayaklarınızı yerden keser?
Benedict Cumberbatch veya Meryl Streep’le karşılıklı oynamak ve de bipolar bir karakteri canlandırmak isterim.
 
En büyük korkunuz:
 
Korkunun kendisi.
 
Bugüne kadar size sorulmadığına şaşırdığınız bir soru ve de cevabı:
Bilmem belki hiç yok öyle bir soru belki de çok var, belki bir gün birisi...
 
Takıntınız var mı?
Çok kayda değer bir takıntım yok. Sete ilk geldiğimde sade Türk kahvesiz olamıyor, belki o (gülüyor.)
 
Hayata bakış açınızı tanımlayacak söz (Replik, kitaptan alıntı, şarkı sözü)
O zaman ve her zaman dans etmek ve şarkı söylemek lâzım avaz avaz (gülüyor.) 
 
*

Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu

Mekân: Pera Palace Hotel Jumeirah //
Desteklerinden ötürü Pınar Kartal Timer, Can Erol ve Füsun Özsoy’a teşekkürlerimizle.

Styling: Yusuf Can Dirik

Saç ve Makyaj: Gülşah Şahin
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER