Aslı’nın kafası hayatındaki erkekler yüzünden baya bir
çorba olmuş durumda. Kağan bir yandan, Akın bir yandan. Baran, doğru zamanı
kolluyor. (Baran, sağlam bir köteği hak ediyor, bana kalırsa. Aklınca Aslı’nın
akademik geçmişinden yola çıkarak onu da yanına çekmek istiyor. Onun da
hakkından gelse gelse tabii ki Yüzbaşı Bozok, Kılıç Timi ve bütün millet gelir.
Ama şehir magandası gibi restoranın ortasında değil, başka bir yerde, başka bir
zamanda! (Baran’dan konuşup ona prim yaptırmak istemiyorum.))
Bir de Aslı’nın yanında her daim duran Kubilay var.
Kubilay’dan konuşalım. Kubilay’ı seviyoruz. Kubilay
canımız. Gerçekten de öyle. Kubilay, Aslı ve Kağan’ın yollarının kesiştiği
günden bu yana Kubilay dolaylı olarak Kağan’ın; doğrudan Aslı’nın hayatını
oldukça etkiliyor. Aslı’nın masa başında yazdıklarına, gönlünün en arkalarında
sakladıklarına inat, sürekli bir şeyler anlatıyor. Aslı’nın kafası bu kadar karışken Kubilay'ın anlattıkları da Aslı’nın bu karışıklığa
tüy dikti diyebiliriz. (Burada "tüy dikmek" doğru bir ifade mi, bilmiyorum. Belki bugün Aslı'nın canını yaksa da ilerde faydalı olacaktır.) Kubilay anlattıkça Aslı’nın
gözü daha da açılıyor. Açılsın tabii, açılsın!
*
İzlediğim her şeyi bir kurgu olarak izlemek istiyorum.
İz bırakan yaraları sadece geçmişi unutmamak için görmek istiyorum. Ama o
bayrağın üzerine düşen her damla kanda “Bayrağımıza kırmızı rengini veren
şehitlerimizin kanıdır.” sözü aklıma geliyor. İz olan yaradan kan oluk oluk kan
akıyor.
Kısa kısa yorumun uğuru olduğunu düşündüğüm Serdar ve
Bayram’dan da bahsetmek istiyorum. Bayram’ın oğlu Emre’nin yeniden yürüyebilme
ihtimali beni ne kadar sevindirdi anlatamam. Bayram gibi adamların mutluluğu fazla
fazla hak ettiğini düşünüyorum. Kamuflajı çektiğinde “savaş” devam edecek ama
eve geldiğinde yüzünün gülmesi Bayram’ın işine daha sıkı sarılmasını
sağlayacaktır.
Ya yedi bölümdür bakıyorum, sayıyorum bir kamuflajlı
eksik diyorum. Serdar Üsteğmen! Serdar üniformasını giydi ve ben de bir oh
çektim. O çocuğu öyle bitmiş, yılmış görmek beni çok üzüyordu. Ekranın içine
girip “Senin ne işin var burada? Giysene üniformanı, taksana rütbelerini,
dolanma öyle!” diyesim geliyordu. Aslında hep oradaydı ama yeniden “Kılıç
Timi’ne hoş geldin Üsteğmen Serdar!” demek istiyorum. (Kağan’ın çoraplarını
aşırma!)
Dram-aksiyon %50-%50 bir bölüm izledik. Son iki bölümden daha sakin ama daha içliydi sanki. Önümüzdeki haftalar için özellikle Kağan ile Baran karşılaşmalarını merakla bekliyor olacağım.
Emeği geçen tüm ekibin ellerine, kollarına, emeklerine
sağlık!
*
Gündem dışı:
Burada başka bir şeyden bahsetmek istiyorum,
müsaadenizle.
Savaşçı
dizi, yerli yabancı ayrımı yapmaksızın türünün en iyi örneklerinden. Aksiyonu
da dramı da izleyiciye doğrudan geçirebilen nadir işlerden. Bu öyle bir gecede
olacak bir iş de değil. Belli arkasında gece-gündüz, soğuk-sıcak demeden
çalışan dev bir ekip var. Alın teri döken insanlar var. Geçtiğimiz hafta Savaşçı dizisi gündeme çok da sevimli
olmayan bir konu ile geldi. Açık konuşmak gerekirse böyle ender güzellikte ve
özellikte bir işin böyle haberler gündeme gelmesinden hiç hoşlanmıyorum. Konu
ile ilgili ise tek bir yorumum var: Alın teri, dünyandaki tüm para
birimlerinden daha kıymetli. İnsanların emeklerinin kıymetini bilmek
zorundayız.
Bir de şu uzun dizi süreleriyle ilgili bir şey
söyleyeceğim: YERLİ DİZİ YERSİZ UZUN! 150-160 dakika dizi! Kaldı ki bu başlık
altında bahsettiğim iş Savaşçı.
Aksiyon sahneleri ile dolu! “Bon bor sootton ozon dozo ozloyomoyorum.” (Ben bir
saatten uzun dizi izleyemiyorum.) da demiyorum. Ama bari 100 dakikaya düşürün
şu işleri artık. Saat 22:30’dan sonra, tahmin ediyorum ki, bir çok izleyicinin
bisikletinin zinciri atıyor ve pedal boşa dönüyor. Yine aynı yere geliyorum ama
o kadar emeğe yazık.