Pelin’in
olup bitenleri öğrendiğinde yaşayacağı derin acıyı tüm izleyenler gibi ben de
bekliyordum. Acı ve ardından gelen büyük bir kırgınlık… Nitekim de Meliha ve
Rüzgâr’ı görmesiyle bir kat daha şiddetle yaşanan kırgınlık onu ülkeyi terk
etme kararına kadar götürdü.
Attığı
tokattan, “Sen bize niye kıydın Sinan?” sorusundan, “Bizim birlikteliğimiz
bizim dışımızda herkesi mutsuz ediyor.” yargısına kadar her aşamada Pelin’le
aynı noktadayım.
“İntikamını
fazlasıyla aldı!” diyerek artık Sinan karşısında kendini suçlu bulmaktan
vazgeçtiğini de düşünüyorum ve her sağlıklı insanın yapacağını yaptı. Kendisini
dağıtan olaydan ve insandan uzaklaşma kararı aldı. Ailesine, dostlarına çok
düşkün olan Pelin’in Paris’e yerleşme kararı aslında kendisinden büyük bir
vazgeçiştir bana göre. Sadece Sinan’dan değil mutlu olduğu her şeyden vazgeçip
kendine yeni bir hayat kurma kararına da ancak saygı duyarım. Bu
kararı uygulayamayacağını bilsem de…
Sinan,
kendini bağışlatmak üzere Pelin’e gittiğinde açıkçası korktum. Sevgisi galip
gelecek; dayanamayacak, affedecek diye ancak beni yanılttı ve gitme kararını
son ana kadar korudu.
En
sevdiğinizden vazgeçmek dünyanın en zor işidir ama eğer bunu göze alırsanız o
zaman artık o sevgi, sizi köleleştirmez aksine güçlendirir. Geçmişin hesabını
kapatıp yeni bir sayfa açmaya hazır hâle gelirsiniz.
Bana
sorarsanız keşke gidebilse keşke Sinan onu Paris’e kadar talip edip ikna etmeye
çabalasa… O zaman benim için çok daha inandırıcı ve doğru gelişecek her şey ama
bu dileğimin tutmayacağını biliyorum.
Söylemeden
geçemeyeceğim: Leyla Lydia Tuğutlu bence bu bölüm, Pelin’e bambaşka bir renk
kattı. Gerek Sinan’la gerek Başak ve Simay’la sahnelerinde çok başarılı ve çok
etkileyici geldi bana. Bütün mimikleri, bakışları ve her tavrıyla benim Pelin’e
daha çok inanmamı sağlayan isimdi.
Ha, öyle bakarsın arkasından işte!
Sinan
boyutunu düşündüğümde açıkçası bu bölüm, Sinan’a çok da kızamadım ben. Pelin,
en ağır acıyı yaşarken Sinan üst üste gelen bin bir sorunla hatta Ceyda
yılanıyla bile uğraşmak zorundaydı.
Sinan’ın
yaşananlara duyarsız kalmaması doğruydu. Elinden geleni yaptı mı? Evet yaptı.
Son sahneye kadar… O son sahnede Pelin’in cümlelerinin üstüne öyle bir şey
koymalıydı ki Pelin’i durdursun ve giderek büyüyen iltihaba bir neşter vursun!
Çok radikal bir hamleyle öyküyü bir değil birkaç adım sıçratsın ama olmadı.
Pelin’e
kendini affettirmek hiç kolay olmayacak, bunun için ilk şart elbette oyunu sona
erdirmek… Bu konuda gerekeni yaptı da Rüzgâr’ı uyararak ama ne yazık ki
Rüzgâr’a güvenmekle hata ediyor. Kendi çözmek zorunda kalacak bu sorunu.
Bütün
bu kötü zamanlama ve talihsizlikler olayın giderek büyümesine ve dal budak
salmasına neden oluyor ne yazık ki. Gerçi bugün dedenin Rüzgâr’a bakışından,
onun şüphelenmeye başladığını düşündüm ama bu şüphe ne denli büyük ve sorunu
nasıl çözecek onu kestiremiyorum.
Sinan’ın
Bülent’e söylediği “Bir insanı yaraladığını anlamanın bir yolu da gelen mesajın
ondan olduğuna ihtimal vermemektir.” cümlesinde içim cız etti. Gerçekten de birini çok kırdığınızda onun
size artık bir şans daha vermeyeceğini hissedersiniz ya işte o ümitsizliği
Sinan, çok net yaşıyordu. ( Bu cümleyi
bölümün en iyi repliği olarak seçtim, bu arada)
Furkan
Andıç’ı bu bölüm duygusal sahnelerde başarılı buldum ancak öfke duygusu vermesi
gereken yerlere rötuş gerekiyordu diye düşünüyorum. Sahilde masayı tekmelediği
sahne de Kerem’le otoparktaki kavga sırasında da öfkenin şiddetini tam
geçiremedi bana.
Bu
arada Kerem’e vurduğu sahnedeki “O benim karım olacak” cümlesini alıp bir
kenara yazdım. Malum sahnede bir silah varsa o silah patlar. Bu cümlenin aniden
çıkışı da Sinan’ın ilişkiyi nereye koyduğunun göstergesi… Ne zaman silah
patlayacak bekliyorum, bakalım!
Yazı devam ediyor..