Bu yazı, yazıya da ismini veren 'Bu Havada Gidilmez' eşliğinde yazılmıştır...
Deha, hayatımda bir boşluk anında, yalnızca potansiyelinin verdiği merakla izlemeye başladığım bir diziydi. İlk başlarda tam olarak beklediğim etkiyi aldığımı sanırken sonraları bunun böyle olmadığını hissettim. Ancak, EsDev ile kurduğum bağ beni hikayeye çekmeyi başardı. Özellikle sonlara doğru, diziye dair hislerim belirgin bir şekilde değişti ve beni ekrana bağlayan asıl unsurlar ortaya çıktı... Ve de, esas hikayenin anlatımı konusunda bariz sıkıntılar olduğu çok açık. Bu meseleyi daha önce ele aldığım için tekrar etmeyeceğim…
Herkes, izlediği ya da okuduğu bir içerikten farklı anlamlar çıkarır; hikayeler herkesin kalbine başka başka dokunur. Bana en çok bu (EsDev) tarafı dokundu... Çünkü usta bir ismin dediği gibi, televizyon ve sinema, gerçek dünyayı olduğu gibi anlatmak yerine, yaşanası olanı anlatmalıdır. İşte, bunun nedeni de tam olarak budur. Ben taraflı yazmıyorum, sevdiğim ve inandığım doğrular üzerine yazıyorum. Bu da bir taraf oluyor elbet...
Ben yazıyı yazdığımda fragman geldi onun için önce 15. bölüme bir bakalım sonra fragman analizi ve teoriler gelecek.
"Benim de..."
Bölüm, Esme'nin tamirhaneye gelmesiyle açıldı. Daha en başında söyleyeyim: Devran'ın Esme'yi oradan uzaklaştırırken, Esme'nin "Canım acıyor" demesi üzerine Devran'ın "Benim de" diye karşılık vermesi, harika bir buluştu. Bu sahne, Devran'ın Esme'ye verdiği değerin en net göstergesiydi. Çünkü birini kendinden öteye koyabildiğinde, sana bahşedilmiş en değerli şey olan canından daha değerli bir yere koyabildiğinde, işte o zaman "Benim de" diyebiliyorsun… Bu replik, tam da bunu anlatıyordu.
"Her yolun sonu bana çıkacak..."
Bu sahne spoiler mıydı, yoksa yalnızca laf olsun diye mi söylendi? Esme tamirhanenin önünden pıtı pıtı kaçarken, Devran da peşinden gitti. Sokak ortasında, herkesin duyabileceği şekilde bir tartışma yaşadılar. Bu dizide en sevdiğim şeylerden biri, bazı konuların çok uzatılmaması, olayların sakız gibi sündürülmemesi. Mesela, İhsan'ın gelin almak isteme meselesini Devran’ın öğrenmesi... Burası kolayca uzatılabilirdi (dizinin dünyasına biraz aykırı olsa da), ama yapmadılar. Devran hemen öğrendi ve bu da zaten bölümün sonuna giden yolun başlangıcı oldu.
Ama şöyle bir sorun var: Dizi, adeta bir sitcom gibi sürekli belirli yerlerde karşılaşmalar yaratıyor ya da herkesin ortasında meseleler ayyuka çıkıyor. Başta değindiğim noktaya dönersek, sinema ve televizyon gerçeği değil, yaşanası olanı anlatır. Ancak bunu yaparken unutulmaması gereken en önemli şey, seyirciyi buna inandırıp inandıramamaktır. Peki, Deha’da bu durum nasıl işliyor sizce?
Bence şöyle: Mesela, 7. bölüme dönelim. Devran, Esme’den özür dilemek üzereyken İmre ile karşılaşıyor. Sonrasında Cesur, Esme’ye davetiye vermeye gelir, ama önce Devran, sonra İmre çıkagelir. Ya da son bölümdeki gibi, Devran ile Esme’nin kavgası herkesin ortasında cereyan eder. Bu tarz sahneler o kadar sık tekrarlanıyor ki ister istemez sırıtıyor. Anlatının doğallığını zedeliyor gibi. Böyle örneklerden daha birçok sayabilirim, ama mesele şu ki, bu tekrarlar belli bir noktadan sonra izleyiciyi sıkabilir -belki...
"Mesele emek..."
Aslında her şeyin özeti, Devran’ın Cesur’a anlatmak istediği şu önermede saklı: "Bizi biz yapan, heveslerimiz değil, emeklerimizdir." Belki buna inanmayanlar da vardır; kimseye ahkâm kesmek istemem ama şunu söylemekten de geri duramam: Gün gelecek, herkes gerçeğin emek olduğunu anlayacak.
Bu mesele aşkın ya da basitçe duyguların sığabileceği bir çerçeveye hapsedilemeyecek kadar geniş bir konu. Esme, Devran’ın hayatında biriken 15-20 yıllık emeğin, sevginin, tutkunun ve dostlukların temsilcisi... İşte sayılan ya da sayılmayan her şey, bu bütünü oluşturuyor. Hayat dediğimiz şey, birbirine bağlanmış bu emek parçacıklarından oluşuyor aslında.
Cesur’un, Devran’ın ölmesini istemesi ise meselenin en derin taraflarından biriydi. Cesur bunu açıkça dile getirdi; bu bir sevgi ifadesi değildi ama öyle bir noktaya dokundu ki, sevginin ya da önemsenişin insanı nasıl değiştirebileceğini gösterdi. Bazen sevgi –ya da daha doğru bir kelimeyle, birinin seni ciddiye alışı– insanın kendini düzeltmesi için bir itici güç olabilir. Ancak asıl mesele, o güce ihtiyaç duymadan özüne dönüp bakabilmekte. Önce kendinle barışmak, kendi içindeki kırıklıkları tamir etmek gerek. İşte o zaman gerçek bir sevgiye yer açılır, sevmek de sevilmek de mümkün hale gelir. Cesur’un bir gün bunu fark edeceğini umuyorum.
Cesur’un hikâyedeki yolculuğu beni düşündürüyor. Onu, en kaba tabiriyle bir tövbekâr olarak görmeyi isterim. Sofi’nin rehberliğiyle dönüşümünden geçip, hikâyenin bu tarafında yer alarak devam etmesi, anlamlı bir yolculuk olurdu. Ama aynı zamanda, hayat onu yeniden sınadığında ne yapacağını görmek de büyüleyici olurdu. Bugüne dek hayatta kalmak için her şeyi yapan Cesur, tekrar sınandığında hangi yolu seçecek? İşte bu soru, karakterin dinamiklerini uzun süre diri tutacak gibi görünürdü...
"Kan kanla temizlenir..."
Ve işte en başa döndük… Kan, yine kanla temizlendi. Belki de insana dair en ilkel dürtülerden biri olan intikam, bu hikâyenin merkezinde sessizce işleniyordu. İntikam, bir ihtiyaç mıydı, yoksa sadece kanayan yaraya geçici bir pansuman mı? Bu sorunun cevabı, Devran ve kardeşlerinin Hakim’in ölümüne neden olan planlarında saklıydı.
Ancak burada bir ironi var, hem de derin ve sarsıcı bir ironi: Esme, Devran’ın kardeş katili olmaması için gözü kara bir cesaretle, onca silahlı adamın arasına dalmışken, şimdi Devran’ın bu intikam yoluna devam edişi o çabayı boşa çıkarmıyor mu? Eğer Esme, Devran için bu kadar önemliyse, neden durmadı? Neden intikam ateşini söndürmedi? İşte bu soru, hikâyeyi daha da zenginleştiriyor. Mesaj net: İntikam için yürüdüğün bu yolda, en sevdiğin kişiyi kaybedeceksin.
Hakim’in ölümüne dair olay örgüsü ise bambaşka bir noktada parlıyor. Anlatımıyla, gerginliğiyle tam anlamıyla ustaca işlenmişti. "İşte bu," diyorsun kendi kendine. "Beklenen buydu, olması gereken buydu." Beklentiyle gerçeğin kesiştiği o an, izleyiciyi tatmin ediyor.
Bu hikâyede intikamın ne kadar yakıcı ve yıkıcı bir duygu olduğu açıkça sergileniyor. İnsanı sadece düşmanından değil, sevdiği her şeyden ve herkesten mahrum bırakabilecek kadar güçlü bir girdap. Hakim’in olayından sonra da bu girdap, en vurucu şekilde tasvir edilmişti.
- Yo.
+ Yoo?
Üniversiteye döndüğümüzde, dizinin bu tarafının da ne denli güçlü bir seyir zevki sunduğunu bir kez daha fark ettik. Çünkü burası, yalnızca dizinin adını taşıyan matematik dehası bir adamın hikâyesini değil, aynı zamanda dizinin özüne dair derin ipuçlarını da içinde barındırıyordu.
Örneğin, ilk bölümün açılış sahnesi… Örneğin Devran’ın tezini kullanarak mafyanın sistemine çökmesi ve Ceylan’a adalet üzerine yaptığı o etkileyici konuşma… Her biri hem karakterin zekâsını hem de hikâyenin temalarını başarıyla yansıtan anlar. Sofi’nin Devran’ı doğru yolda tutmak için verdiği çaba ise tam bir bilgelik göstergesi. Sonuçta Sofi, onu yetiştiren, ona yön veren bir hoca, bir akıl hocası.
Ancak burada gözden kaçan önemli bir nokta var gibi hissediyorum: Sofi ile Devran arasındaki baba-oğul dinamiğine gereken önemin verilmemesi. Bu ilişki, hikâyeye çok daha derin bir duygusal boyut kazandırabilirdi. Çünkü Devran için Sofi yalnızca bir rehber değil; onun doğruyu yanlıştan ayırmayı öğrendiği, içsel dengesiyle yüzleştiği bir figür. Bu bağ, üzerine daha fazla inşa edilebilirdi, bir süre sonra kesildi o his bence...
Dizi, yalnızca Devran’ın dâhice planları ve zekâsı üzerinden değil, bu karmaşık insan ilişkileri üzerinden de çok şey söylüyor. Üniversite ortamı, Devran’ın kimliğinin inşa edildiği yer olarak adeta hikâyenin damarlarını besliyor. Burası, bir matematik dehasının mafya gibi çetrefilli bir dünyada dahi nasıl var olabildiğini anlamak için kritik bir arka plan sunuyor.
"Belli ki senin, benim zaafım olduğunu öğrenmiş..."
Bu sahne ve bu söyle dizinin gidişatının yol haritası oldu artık. Devran zaafı ile sınanır, karakter gelişiminin en önemli parçasıdır bu ve biz bundan sonra olacakları buradan alınan güç ile izleriz...
"İyi ol İmre..."
Devran ve İmre kaç kez vedalaştı, hatırlayan var mı? Bu sahnelerin seyirciyi elde tutmak için tekrarlandığı aşikâr. Ancak bu sahnenin son sahneyi ve yeni bölümlerde işlenecek hikâye aksını beslemek için yapıldığını da göz ardı etmemek lazım. Daha büyük sebebi de bu aslında... Yine de, bu döngü artık yorucu bir hal almaya başladı. Sonuçta 16. bölüme gidiyoruz ve İmre’ye yazık değil mi?
İmre’nin baştan, daha sağlam temellere oturan bir hikâyeyle sunulmasını isterdim. Onu dolu dolu izleyebileceğimiz bir hikâye aksı, hem karakteri derinleştirir hem de izleyici için daha tatmin edici olurdu. Melis Sezen’in performansını izlemekten keyif alıyorum ve onun daha güçlü bir anlatının içinde parladığını görmek, bir seyirci olarak hakkım diye düşünüyorum. Eğer Devran ile İmre arasında bir aşk hikâyesi yaşanacaksa –ki ben pek ihtimal vermiyorum– o zaman bu hikâyeye artık girmeliler. Karakterler sürekli vedalaşıp aynı döngüye sıkıştıkça, İmre’nin motivasyonu yerle bir oluyor.
İmre, sevgi görmediğini söylüyor, ama aslında seviliyor. Ona hiçbir zaman Cesur’a davranıldığı gibi davranılmadığı bir gerçek. Aysel’in tepkilerinden ve İskender’in korkularını yenmesinden bunu açıkça görebiliyoruz. Bunlar güçlü motivasyonlar, ancak dizinin bu öğeleri daha iyi işlemesi gerekiyor. Hal böyleyken, İmre’nin motivasyonu zayıflıyor, karakterin duygusal derinliği kayboluyor.
Bence İmre’nin hikâyesi çok daha güçlü bir aksa oturtulmalı. Onun görkemini, simgesi olan Kısrak gibi özgürlüğünü izleyebilmeliyiz. İmre’nin özgürlüğünden mahrum kalacağı bir olay örgüsü, onun hikâyesini çok daha çarpıcı ve unutulmaz kılabilir. İmre, sadece Devran’la ilişkisinden ibaret bir karakter değil. Onun iç dünyasını, bağımsızlığını ve kendi yolunu bulma mücadelesini görmek istiyoruz. Bu, hem karakterin anlamını hem de dizinin genel anlatısını zenginleştirecektir.
16. bölüm fragmanına ve teorilere gelelim.
"En sevdiğinden olacaksın..."
Bu söz ve bilmece ile kapatmıştık bölümü.
Bölümde sevdiğim bir diğer detay da bilmece meselesiydi. Anlaşılan 16. bölüm boyunca, belki de bölümün sonuna kadar, Devran’ın bu bilmecenin peşinde sürüklendiğini izleyeceğiz. Hani öyle, bölümün başında başlayıp hemen çözülüp bitecek türden bir şey değil… Bu düşüncelerle yazmıştım, ama Deha’nın 16. bölüm fragmanı bambaşka bir şeyin sinyalini verdi: Yeni bir dönem başlıyor. Üstelik Esme, bu bölümün sonuna kadar ekranda olmayacak gibi görünüyor.
Fragmandan anladığım kadarıyla, bilmecenin Devran’ı önemli bir yere götüreceği ve burada, kamera arkasından gelen fotoğrafta da ipucu verilen, Esme’nin cansız mankenini bulacağı düşüncesindeyim. Ancak Esme’yi öldü bilmek yerine, kayıp olarak kabul edecek. Fragmandaki sahneler, Devran’ın odasına kapanıp bilmeceyi çözmek için çırpınışını ve kriz anlarını gösteriyor. Bu yoğun sahnelerde, onun zihnindeki karmaşayı izlerken, aslında Esme’nin gerçek durumu hakkında ipuçları alacağımızı hissediyorum. Tabii fragmanın kurgusu oldukça karmaşık, her şey olabilir.
Bir teori olarak, Cesur’un Esme’yi kurtaracağını ve onu güvenli bir yere götüreceğini düşünüyorum. Devran ise bilmecenin izini sürdüğünde, Esme’yi bulduğunu sanacak ama aslında Esme orada olmayacak. Belki de bölüm sonunda, Esme’nin birinin yanında, kendi iradesiyle durduğunu göreceğiz. Bu durum, Esme’nin sevdiklerini korumak için yaptığı bir fedakârlık olabilir.
Aklıma gelenler şimdilik bu kadar. Aslında bu teoriler biraz zoraki, sırf bir şeyler üretebilmek için üretiyorum! Ancak bir başka ihtimal daha var: Cesur’un Esme’yi kurtarması ve ardından İmre’nin devreye girerek Cesur’la bir şekilde bağlantıya geçmesi. İmre, bu bağlantı üzerinden Esme’nin yerini öğrenebilir.
Her ne olursa olsun, bilmecenin ve Esme’nin akıbetinin bizi bir süre daha meşgul edeceği aşikâr. Fragman, pek çok soruya açık kapı bırakıyor ve hikâyeyi heyecanla takip etmemizi sağlıyor. Bakalım, gerçekten neyle karşılaşacağız?
Son olarak EsDev'e dair edebi bir yazım:
Odasına kapanmıştı. Perdelere sirayet eden ağır hava, sanki onun ciğerlerinden çekiliyordu. Gün ışığı odanın içine ancak kırık dökük bir hüzme hâlinde sızıyor, toz zerreciklerini görünür kılıyordu. Adamın gözleri bu zerrelerde dalıp gidiyordu; çünkü her biri ona onu hatırlatıyordu. Kaybolan kadını. Onu son gördüğü an, ellerinin ellerine dokunduğu o kırılgan dakikalar… Şimdi her şey bir yankıdan ibaretti.
Arardı onu, her köşede, her yüzün gölgesinde, her sesin tınısında. Ama yoktu. Kadın yoktu. Şehrin sokakları onu kaybetmişti, rüzgâr bile sesini taşıyamaz olmuştu. O kadar ki, geceleri duyduğu sessizlik bile artık yabancıydı. Aşk, onu güçlü kılan şeydi bir zamanlar; şimdi ise göğsünde bir zehir gibi birikiyordu.
Bulamıyordu. Bu kayboluş, içindeki tüm renkleri solduruyordu. Zaman onun için durmuştu. Günler ne hızla akıp gidiyorsa, onun ruhu da o kadar ağırlaşıyordu. Yemek yemiyor, uyumuyor, kimseyle konuşmuyordu. Bedenine yayılan bu yavaş hastalık, onu içten içe tüketiyordu. Gözlerinin altındaki mor halkalar, artık ona ait bir yüz çizgisi olmuştu. Titreyen elleri, boşlukta sevdiği kadının hayalini arıyordu.
Ve belki de artık tek yapabildiği, onu bir gün tekrar bulacağına dair kendine söylediği o eski, kırık dökük yalandı: “O burada olmasa da, onun olduğu yer benim için hâlâ bir evdir.” Ama biliyordu; o evi bir daha asla göremeyebilirdi.
Başlıkta da dediğim gibi:
"Son günüme kadar
Kalp durana kadar
Aşk mezara kadar..."
Okuduğunuz için teşekkürler,
Naim.