İlk ve Son: Kırıklarımız

İlk ve Son: Kırıklarımız
“Kalbimizi çok fena kıran insanlar kötü insanlar değildir. Korkunç insanlar olsalardı onlarla bir sorunumuz olmazdı. Asıl endişe verici olan, gerçekten iyi insanların kalp kırmasıdır.”
 
Alain de Botton
 
“Ne kadar… iyisin.”
“Niye kötü bir şey gibi söyledin?”
 
Kalbin bu kadar çabuk kırılabiliyor olması çok korkutucu. En ufak bir kelimeye, bir harekete, davranışa… Adeta çıt diyerek kırılıyor. Bazen bu çıt sesini duyabiliyorum bile. Üstelik tamiri de pek mümkün bir organımız değil. Bana sürekli kalbimizi bantlıyormuşuz gibi geliyor. Her kırıkta bir yara bandı. Derken kalbimiz kocaman bir sargı bezine dönüşüyor.
 
Alain de Botton çok sevdiğim bir yazar. İlişkilere bakış açısı her zaman dikkatimi çekmiştir. İlk ve Sonu’u izlerken de ondan okuduklarım hep zihnimin bir köşesinde yankılanıyordu. Dayanamadım ve bu haftaki bölüm için onun bir alıntısıyla başlamak istedim.
 
Nilüfer ve Cihan iyi insanların birbirinin kalbini kırması söylemine en iyi örnek verilebilecek ikililerden. Eğer kötü insanlar olduklarını düşünseydim veya birbirlerini sevmediklerini, onların birbirlerini incitmeleri beni üzmezdi. Aksine iyi olduklarını bilmem, yaralı olduklarını bilmem onları anlamama dolayısıyla bağ kurmama sebep oluyor. Botton’ın bahsettiği tam olarak bu; Nilüfer ve Cihan’ın birbirlerine deliler gibi âşık olduğu, Cihan’ın Nilüfer’e dünyadaki en harika kadınmış gibi hissettirdiği, onunla yalnızca bir gün geçirebilmek için kaybettiği kolyesini tüm gün numaradan aradığı yıllardan sonra birbirlerini birbirlerinin en tanıdıkları yerlerinden kırmaları. 
 
Anne baba olmak dünyanın en iyi ailelerinde yetişmiş, çok sağlıklı birer çocukluk geçirmiş ebeveynlerde bile korkunç yansımalar bırakırken; Cihan ve Nilüfer’in zaten yarım kalmış çocuklukları, anne baba olmalarıyla birlikte dördüncü bölüm itibariyle iyice adeta yerle bir oluyor.
 
“Önce kendini sevmezsen başka kimseyi sevemezsin.”
 
Bazen kendimizi dışarıdan bir gözün bizi gördüğü gibi göremeyiz. Belki de insan olarak bencil yaratılmışızdır. Kötü olduğumuzu bilsek de o kadar da kötü olmadığımızı düşleriz. Cihan’ın yayınlanmayan hikayeleri adeta dışarıdan bir göz veya sesini duymamak için kıstığımız iç sesimiz gibi kocaman bir yük bıraktı Cihan ve Nilüfer’in kucağına. Gerçekleri. 
 
“Kadın ya terk edilme ya da kaybetme korkusuyla büyümüş, sözüm ona güçlü kadın tipi. Hayatına giren bu adamı, her seferinde yaralı şifacı klişesiyle iyileştirmeye çalışıp en kaba tabirle obsesyon olarak adlandırılması gereken bu hastalıklı ilişki biçimini aşk zannediyor.”
 
Kendine onun için hazırlanmış bir meyve tabağını bile layık görmeyen bir adamı sevmek. Sevmeyi denemek. Bir insan kendini sevilmeye layık görmüyorsa ona dünyanın en harika meyve tabağını da hazırlasanız yemek istemez. Gider ve pazarda çürüdüğü için yerde bırakılan meyveleri alır kendine çürük meyvelerden bir tabak hazırlar. Çünkü ona göre kendisine yalnızca çürük meyveler layıktır.
 
Kendimizi en kötüsüne layık görmek, başarısız görmek, her daim mağdur görmek aslında en kolayıdır. Çünkü çabalamamıza gerek kalmaz. Yalnızca dururuz. Dururuz ve etrafımızdakilere hayatı zindan ederiz. 
 
Cihan’ın yetersizlik duygusunun temelini çocukken babası tarafından değersizlik hissiyle büyümesi oluşturuyor. Ve Cihan’ın psikolojisi otuz yaşında bir adam olarak öylesine kötü ki annesi onu teselli etmeye çalışırken, saçlarını okşayıp şefkat gösterirken bile “Geç oldu. Sen daha fazla oyalanma eve git de babam kızıp kafanda kül tablası kırmasın.” cümlesini kuruyor. Bu aslında şu an bu durumda olmamın suçlusu ben değilim sizsiniz demenin farklı bir yolu. İçinde bulunduğu durumu öylesine kabullenmiş ve içselleştirmiş ki bunu düzeltmenin hiçbir yöntemini de aramıyor. Döngüyü kırmak onun elindeyken üstelik Nilüfer bile omun için çabalarken bulunduğu durumu kullanıyor ve etrafındaki insanlara zarar vermeye devam ediyor. Geçmişteki kırıldığı için kırıklarını onarmayı denemek yerine hem kendisini hem de diğer her şeyi mümkünmüş gibi daha da kırıyor.
 
Cihan’ın korkunç psikolojisinin ekseninde Nilüfer ise “Beni böyle sevmene izin vermeyeceğim.” gibi cümlelerle kendine yeni bir örüntü oluşturmaya çalışıyor. Yani babasını. Babasını Cihan’da yeniden yaratıp, hayata bağlamak ve bu kez mutlu sona kavuşmak istiyor ancak pek mümkün gözükmüyor. Cihan’ın ilk bölümden bu yana özellikle bu bölümde artan ölme arzusuna dair söylemleri final hakkında beni korkutmuyor desem yalan olur. 
 
“Durakta bir kız vardı. Küt saçlı, gecelikle çıkmış dışarı. Sigara içiyor falan, ayakları çıplak… o saatte. Zor bir gece geçirmiş gibiydi. Deniz’miş adı.”
 
Hayatta da böyledir ya hani bazen kendimizi dünyanın en yalnız insanı gibi hissederiz. Tek acı yaşayan bizizdir sanki. Bütün dünya mutluymuş bir tek biz değilmişiz gibi. Nilüfer’in böyle hissettiği bir gecede Deniz ile karşılaşması Deniz ve Barış’ı sanki yalnızca birkaç dakika önce izlemişim gibi hissettirdi. Hala oradalarmış gibi, hep orada olacaklarmış gibi… 
 
Kurgusal evrenlerin bana böyle hissettirmesini çok seviyorum. Kalemle kâğıda yazılan bir hikâyenin gerçek bir evrene dönüşmesi, yaratılan karakterlerin içimizden insanlar olması bana kendimi kalabalık hissettiriyor.
 
Umarım bir gün bir otobüs durağının bankında karşılaşırız ve umarım mutluyuzdur.
 
Eda Akça



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER