“Kırmadan sevebilir misin beni?”
“Elimden gelenin en iyisini yaparım.”
Mutlu bir günümüzde trafikte rastladığımız bir cenaze
arabası gibiydi İlk ve Son’un üçüncü bölümü. Nilüfer ve Cihan’ın evliliği aksında
Cihan’ın ablasının kaybı.
Cihan’ın en kıymetlisi ablasıydı, Nilüfer’in ise babası.
Belki de birbirlerinden önce tutundukları tek dallar. Aynı bölümde Cihan ablasına
Nilüfer ise hayalindeki babasına veda etti. Hadi baba gene yap ya da yapma…
“Anne ben senden ayrılıyorum. Ben bu dünyaya sizin
sayenizde gelmedim, sizin yüzünüzden geldim. O yüzden belki de esas olan senin
beni üzüp üzmemendir. Seni çok seviyorum ama senden ayrılıyorum.”
Anne ve babanın birbirinden ayrılabilmesi ama çocukların
ayrılamaması hukukumuzun en büyük olmasa da kesinlikle eksiklerinden biri.
Sahneyi gülümseyerek izlesem de bu konu hakkında epey düşündüğüm zamanlar oldu.
Annemiz babamızdan ayrıldıktan sonra başkasıyla, yeni bir aile kurabilme şansı
hala var. Babamızın da aynı şekilde. Hatta isterlerse yeni bir çocukları bile
olabilir. Ancak çocukların yeni bir ailesi olamaz. Anne ve babayı değerli yapan
en önemli şey de bu aslında. Biricik olmaları. Yeni bir sevgiliniz olabilir,
yeni bir eşiniz, yeni kardeşiniz, arkadaşınız, komşunuz… Ancak yeni bir anne
babanız olamaz. “Çocukluğu anne babaları tarafından yarım bırakılmış
yetişkinler birleştiklerinde bir tam olabilir mi?” sorusunu her iki sezonunda
bambaşka hikâyelerle kaleme alan Hakan Bonomo; Nilüfer ve Cihan’ın hikayesinde
anneden, babadan ayrılma konusunu işliyor ve her iki karakterimiz de anne
babasını bir nevi boşuyor.
Çocukken çoğu kötü anıma olsun nazar boncuğu oldu dediğimi
fark ettim izlerken. Bilemiyorum belki de çocukluğun masumluğundan, hayatı hep
pozitif görüşündendir… Nilüfer ve Cihan’ın babalarıyla en iyi anılarını
yaşadıklarını söyledikleri günler aslında en kötü anılarından biri de olmuş ama
onlar çocukluklarından beri bunun üzerini nazar diyerek kapatmayı
öğrenmişler. Geçmişteki mutlu anılarının üzerine serpilen kötü olaylar,
birbirlerini bulduktan sonra yaşayacakları aşkın yıllar sonra tam tersine
döneceğinin habercisi gibi adeta.
Her mutlu günün sonunda mutsuz edilen bir çocuk büyüdüğünde
mutlu olabilir mi? Mutluluğu anlamlandırabilir mi? Nilüfer’in babasının
hayaline “Tek başıma düşmenin tadını çıkarırım.” demesi çok kalp
kırıcıydı bu yüzden. Hayatı boyunca annesi için yaşamış bir kız çocuğu olarak
düşeceksem düşeyim, uçmasam da olur ama en azından kendim düşmüş olurum. Kimse
beni itmiş olmaz demesi, hayattan düşmeyi istemesi Nilüfer karakterini Nilüfer
yapan bir özellik.
“Annem kızmaz ki öyle şeylere.” Küçük Nilüfer’in anne babasının arasını
iyileştirmek için uydurduğu bir yalan. Sanki babası annesini hiç tanımıyormuş,
sanki Nil öyle söylediğinde annesi onun hayalindeki gibi bir insan olacakmış
gibi…
Cihan’ın “Acaba ben olmasam bu kızı doğuracak mıydın?” sorusunun
Nilüfer için son damla olmasının sebebini böylelikle bu bölüm daha iyi anlamış
olduk. Kızının onun doğmasını istemediğini düşünmesi fikri onu delirtti çünkü
doğmanın istenmediği bir çocuk olmanın hissettirdiklerini en iyi o biliyordu.
Yıllar önce kavga eden komşularıyla dalga geçen Nilüfer ve
Cihan’ın duvarın diğer tarafına geçişini izliyoruz. Komşularının kavgalarında
kızdıkları ne varsa hepsini, hatta daha kötüsünü her geçen bölüm daha iyi
görüyoruz. Eskiden birbirlerinde hayran oldukları her özelliğin bir lanete
dönüşüşünü, eskiden birbirlerinin yaralarını sarıp sarmalayan ili aşığın yıllar
sonra aynı yaraya tuz basmaya başladığını izliyoruz. Ne kadar da acı.
Nilüfer ve Cihan’da beni en çok üzen olacakmış gibi olup
olmamaları. Hani azıcık daha gayret gösterseler, çok az daha alttan alsalar
olacaklarmış ama olamamışlar gibi. En üzücüsü de bu değil midir zaten? Dizinin
ikinci sezonuyla da merak uyandırmayı başarmasının sebeplerinde birinin bu
olduğunu düşünüyorum. Gerçeklik. Çoğumuz olacakmış gibi olup olamadığımız bir
hikâyede bulmuşuzdur kendimizi. Bu hikayeler sizi içine öyle bir çeker ki
kendiniz yaşarken bile mazoşist bir zevk duymaya başlarsınız. İlk ve Son’u
izlerken kendime yaptığım şey de tam olarak bu.
“Sen kızının kalbini kırdın. Ya Allah o kalbi seviyorsa
baba?”
Çok küçüktüm ancak ilkokula gittiğimi hatırlar gibiyim. İnternetten
yeni yeni bir şeyler izlemeye başladığım dönemdi ve karşıma bir kısa film
çıktı. Sanırım afişi dikkatimi çekmişti, üzerine tıkladım ve izlemeye başladım.
Gökkuşağının renkleriyle tanıştığım ilk gün. Film bir okulda geçiyordu ve ana
karakterimiz bir kızdı. Bir erkeğe âşık oluyordu. Her şey çok yolunda gibi
değil mi? Küçük bir bilgi filmimiz kadınlar ve erkekler birbirlerine âşık
olduğunda onları sapkın olarak tanımlayan bir dünyada geçiyor. Filmin sonunda
küçük kız yaşadığı mobbing sebebiyle intihar ediyordu ve ben dehşet içinde
ekranı kapattım. Sanırım o an izlediğim şeyin gerçek olmadığına inanmak
istemiştim ancak zaman fazlasıyla yaşadığım dehşetin fazlasıyla gerçek olduğu
bir dünyada yaşadığımızı anladım. O günden beri düşünürüm ya bir erkeğe âşık
olduğum için beni engellemeye, alıkoymaya hatta öldürmeye çalıştıkları bir
evrende yaşasaydım ne yapardım? Nasıl hissederdim? Cihan’ın ablasının hayatı
işte tam olarak böyle dehşet verici bir sebepten ötürü ailesinden uzakta,
babasının kıyafetlerini parçaladığı, onu evden attığı bir yaşamdı. Oysa
babasının dizlerine yatıp saçlarının okşandığı bir hayat olmalıydı.
Üçüncü bölümünün rengarenk açıldığı İlk ve Son’un Cihan’ın
ablası üzerinden anlatmaya çalıştığı gibi dünyada milyonlarca insanız ve
hepimizin ayrı renkleri var. Kimimiz siyah, kimimiz beyaz, kimimiz mor, pembe,
mavi… Neden sen siyah olduğun için kırmızı birini yargılama hakkını kendinde
göresin ki?
Ülkemiz ve dünyamız renkleriyle güzel. Nolur bırakalım hep
rengarenk kalsın.
Eda Akça