Kan Çiçekleri: Baran ve Dilan aynı evde, aynı odada ‘sen - ben’ oldular

Kan Çiçekleri: Baran ve Dilan aynı evde, aynı odada ‘sen - ben’ oldular
 ‘’Aynı şehirde sen varsın, ben varım, biz yokuz.’’
Cemal Süreyya

Bu hafta tamamıyla aklım ile kalbim arasında sıkışıp kaldım, Dilan ve Baran’ı izlerken. Kalbim, Dilan’ın Baran’a karşı çıkışlarına kızıp onu yargılarken aklım, Baran’a kızıp Dilan’ı haklı çıkardı sürekli. Oturup Baran ile dertleşsem onu anlar, haklı bulurdum; dönüp Dilan ile dertleşsem bu kez onu anlar, ona hak verirdim. İkisi de bir şekilde o kadar haklı ki, kızdım ve kızdıklarımla dönüp kendimi yargıladım. Kim, kime göre, neye göre haklı diye…


 
‘’Söylenmeye geldiysen hiç boşuna zahmet etme. Bu günlük kotamı doldurdum.’’ Diyerek sitem etti Baran, Cihan’la tartışmasının ardından çalışma odasına girdiğinde peşinden gelen Dilan’a. ‘Sitem etti’ dedim, bakın; Baran’ın konuşmaya geldiysen demek yerine, söylenmeye geldiysen cümlesini kullanmayı tercih etmesi gibi. Keza Dilan, Baran’la konuşmaya ya da onu anlayıp, anlatmaya çalışmıyordu, yaşadıkları çıkmaz sokağın ucundaki karanlığı. Gidemediği seminerin, kısıtlandığı hayatın sitemini ediyordu Baran’a, bana göre. Anlıyordu Baran’ı belki ve fakat sergilediği sen kal ben giderim tutumu inattan başka bir şey değildi. İnsanın evi anlaşıldığı yerdir derler ya, Dilan ve Baran birbirlerini anladıklarını her fırsatta dile getirseler de bu hafta bu konuda sınıfta kaldılar. Aynı şehirde, aynı evde, aynı odada ‘sen- ben’ oldular ve ilk defa birbirlerine sırtlarını dönüp yatarak ‘bir’ olmaktan çıktılar.


 
‘’Annem sessizce odaya girerdi. Ben uyurken… Güzel sesiyle türküler mırıldanırdı. Sesiyle uyanırdım…’’ diye anlatmıştı bir keresinde Baran, Dilan’a annesini. Hâlbuki çok değil bir gece öncesinde koyun koyuna uyudukları gecenin sabahında Baran’ın annesinden hasret kaldığı o büyük özlemini gidermişti Dilan, banyoda mırıldandığı türküye gözlerini açarken. Dilan Baran’ın annesi değildi ve fakat annesinden kalmış tüm eksikleri tamamlayan tek kişiydi. Aynı zamanda her koşulda onu anlayacak, tek kişi olmalıydı. Ne kadar fikir ayrılıklarıyla çakışsalar da gece birbirlerine sırt çevirip uyumamıştılar hiç. Çünkü daha önce yaşadıkları fikir ayrılıkları bir şekilde birbirlerine karşılıklı olan kırgınlıklarıyla başlayıp gece aynı odada, aynı havayı soluduklarında birbirlerini anlamalarıyla son bulurdu. Bu kez başkaydı. Bu kez kırgınlık tek taraflıydı ve kızgınlıkla harmanlanmıştı. Baran’ınki olan bitene karşı verdiği savaşı Dilan’ın anlamayışına karşın duyduğu kırgınlık ve kızgınlık; Dilan’ın ki ise inattan ibaretti…


 
‘’Doğruyu yapmaya çalışırken kırıp dökmekten yoruldum…’’ demişti daha önce Baran, annesinin mezarının başında onunla dertleşirken. Yine aynı döngünün içinde sevdiklerini korumaya çalışırken kırıp dökmeye başlamıştı, Baran. Kendi penceresinden bakınca o kadar haklıydı ki… Çünkü kimse onun kadar sevdikleriyle sınanmamıştı. Kimse onun kadar kayıplar vermemişti… Annesinin ölümü…  Dilan’ın yakılmaya çalışması, vurulması, kaçırılması… Kerem’in ölmesi… Cihan’ın kaçırılması… Hepsi onun için kaybetme korkusunu en hat safhaya çıkarabilecek çokça haklı sebeplerdi. ‘’Seni endişelendiren şey, seni kontrol eder.’’ Demiş, John Locke… Dilan, Baran’ı bu kadar büyük bir korku ve endişenin içinde yalnız bırakıp ona karşı savaş açacak bir karakter değildi. Ben Dilan’ı, Baran’ın korkularını değil de korktuklarının Baran’ı ele geçirdiğini anladığı için onunla bu savaşa girdiğini, Baran’ın gecenin bir yarısı dışarda korumalar varken elinde silah ile konağın her kapısını açtığını gördüğümde anladım. Paranoya derecesinde kaybetme korkusu Baran’ın ruhunu ele geçirmişti. Bu da onlara sadece zarar veriyordu. Dilan çok haklıydı aslında, bu kadar büyük korku ve kısıtlanmayla yaşanmazdı; sadece hayatta kalınırdı. Dilan’ın konağa girdiği ilk günden bu yana yaşadıklarını ve üzerine üç ay küçük bir odada kapalı kalmasını ve sonrasında baskı altında sevdiği yanındayken ondan ayrı kalışını düşünecek olursak Baran’a karşı savunduklarında haklı olduğunu kabul etmek zor değil aslında. Ne Dilan Baran kadar kayıplar verdi, ne de Baran Dilan kadar özgürlüğü ile kısıtlandı bu zamana kadar…


 
‘’Sen sadece kendi açından bakıyorsun. Bizim ne düşündüğümüz senin umurunda bile değil.’’ Diyen Dilan’ı, ne kadar anlayıp hak versem de kurduğu bu cümleye bir o kadar kırıldım. Sevdiği kadını hayatının merkez noktası yapmış bir adama söylenebilecek son cümle dahi olamazdı bu cümle. Kaldı ki Dilan, Baran’a bir şey olmasın diye onun kalbini sökmeyi bile göze almış bir kadındı. Baran’ın korkularının gerektirdiklerini yapmak istemese de seni anlıyorum dediği yerde onu yargılamak yerine kırıp dökmeden, ezip geçmeden, izah etmenin bir yolunu mutlaka bulabilirdi, Dilan. Tıpkı Ahmet amca gibi. Eline valizi alıp, ben gidiyorum demeyle olmazdı o iş. Tüm korkularına rağmen biraz durup düşününce Dilan’ın hayallerini gerçekleştirmek isteyen ve kendi işlerini erteleyip sevdiği kadınla seminere gitmeyi kabul eden Baran’ın, ikinci bir tehditle karşı karşıya gelmesiyle semineri iptal ettiğinde onu anlayıp kalmayı tercih eden bir Dilan izlemeyi isterdim açıkçası. Bu durum onları eşitleyecekti. Günün sonunda hem kendine hem karşı tarafa her daim adil olan hep Baran oluyor.


 
Cevahir’in Dilan üzerinden çizdiği yolu sevdim. Baran ve Dilan’ın eğitim ya da iş söz konusu olduğunda nasıl bir ortak paydada buluşacaklarını hep merak etmiştim. Benim ilk görevim senin hayallerini gerçekleştirmek demişti, Dilan’a Baran; ne yaşarsalar yaşasınlar Dilan’ın hakkı olanı bir şekilde ona teslim edeceğinden hiç şüphem yoktu. Beni yanıltmadığın ve her ne olursa olsun Dilan’ın yanında en büyük destekçisi olduğun için teşekkür ederim, Baran Karabey.

Biraz tartışma, biraz uzlaşma ve biraz aşk derken Baran ve Dilan’ın arasında geçen tüm olay örgüleri haftanın dolu dolu geçmesine vesile oldu. Birbirlerine aşkla bakmalarını ve her konuda uzlaşmalarını istesem de fikir ayrılığına girdiklerinde tartışmalarını da sevdim. Banyo sırası atışmasına girerek birbirleriyle her yaşa inmeleri ve fakat birlikte banyoya girmeyi akıl edemeyişlerini de sevdim. Baran’ın, Dilan’ı sunum ayağına kameraya çekerken onu hayranlıkla seyredişini ayrı, yeni yetme âşıklar gibi bunu fark edince eli ayağına dolanan Dilan’ı ayrı sevdim. Velhasıl kelam ben bu hafta Dilan ve Baran’ın her halini kızsam da aşkla izledim. Emeklerinize sağlık…
 
KISA NOTLARIM:
* Baran’ın Fırat’a benimde korkularım var dediği yerdeyim; ses tonuna kadar… Fırat ve Baran sahnelerini, ikisinin sırt sırta vermesini, en çok da herkesten önce Fırat’ın Baran’ı anlamasını çok seviyorum.

* Dilan’ın başına gelenleri, aslında kaçmadığını, kaçırıldığını Azade Karabey’in öğrenmesi gerekmez mi artık.

* Cevahir’in Gül’e olan sözlerine karşı Baran’ın tutumu on numara beş yıldız değil de ne? Nerden baksan çok kral hareket.

* Yine en çok beklediğim sahnelerden biriydi; Dilan’ın Sabiha’nın boğazına bıçak dayadığını Baran’ın öğrenmesi. Ve yine yeniden Dilan’ı sıkı sıkı sararak yaralarını sarmaya çalıştı Baran, kendince.

* Her şeye rağmen Sabiha’nın yıkıcı değil de yapıcı tutumunu sevdim. Ve bunun Baran’a iyi gelmesini daha çok sevdim.
* Ah be Kerem, neredesin? Bu hafta en çok seni aradı gözlerimiz. Baran’ın sana çokça ihtiyacı vardı.

* Son olarak Dilan’ın siyah ayakkabılarının kaybolması için adaklar adayacak hale geldim. Nerede bizim stylingimiz?

* Kapak fotoğrafını sevgili görüntü yönetmenimize armağan ediyorum. Bu kadar şahane bir görsel kadraja bu kadar dar açıdan alınır mı hocam? El insaf…

Yazan, yöneten, kamera arkası ve önü emeği geçen herkesin yüreğine sağlık.

Sevgiyle kalın. 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER