Bir dizi ya
da film izlediğimde bende bıraktığı hissiyata bakarım. Bu hissiyat benimle mi
kalacak yoksa silinip gidecek mi? Çünkü zaman verdiğin şeylerin sende bir etki
bırakmasını istersin. Bir anı olamayacak belki de ama yıllar geçse de
"Kulüp diye bir dizi vardı" dediklerinde yüreğimde bir sızı oluşacak,
"Ah!" diyeceğim belki de. Benim içimi sızlatan bu hikâye birilerinin
hayatının ta kendisi. Bu gerçek ile baş başa kalınca insanın sızısı daha bir
artıyor.
Bir
zamanların İstanbul'u... Her geleni büyüleyen bir şehir... Bu büyünün
gerçekleşmesi için ödenen bedeller. Acı ile eğlencenin iç içe geçmesi. Bir
ülkenin değişmeyen kaderi. Ve keşkeler... Keşke bu kadar gaddar olunmasaydı.
Keşke yaşanan acılar bir şekilde sarılmaya çalışılsaydı. Heyhat! Ne mümkün.
Bu ülke
borcu olan bir ülke. Herkese borcu olan. Borcu borç ile kapatan bir ülke.
Travmaları tedavi etmek yerine daha büyüklerini ekleyen bir ülke. Bu kadar
toplumsal ve bireysel travmanın ardından yine de ümit barındıran bir ülke.
Mayası ne buranın bilmiyorum. Acı ve eğlence yan yana. Hayaller ve sukutlar iç içe.
Biriktirilen borçların ağırlığı içinde yaşayan bir toplum ne kadar sağlıklı
olabilirse o kadar sağlıklı bir ülke.
Kulüp bir
dizi. Bana hissettirdikleri ise çıplak gerçeğin yüzüme vurulması. Belki
dramaturji açısından eksikleri vardır. Açık bir kötümüz yok. Olanın nefesi de
yetmiyor hikâyeyi sürüklemeye. Ama gizli kötülük kendini her sahnede
hissettirmekte. Kimliklerimiz yüzünden başkalarına yaşattığımız kötülükler.
Toplumun iki yüzlü hali. Başkaları ile hiçbir sorunu olmayan insanların söz
konusu kimlikleri olunca canavara dönüşmesi. Canavarca can alma isteği. Kimlikleri yok etme, yok edemese bile
görünmez kılma, kendini bile inkara zorlama isteği, bu memleketin içine veba
gibi yayılan, sürekli harlanan bu gizli kötülük ateşi, her sahnede hissettiğim
şeydi.
Kulüp
İstanbul bu ateşin yaktığı insanlara bir sığınak. Kovulmaya alışmış, her an
kovulma tehlikesi ile yaşayan bu insanlar birbirine tutunmuş. Birbirlerini
yaralarından tanımış. Yaralarını sarmaya çalışmış insanlar. Bazı yaralar o
kadar derin ki. Onlar iyileşmiyor. Onların kanaması içten içe devam ediyor.
Onlar nesilden nesile aktarılıyor. Toplumsal travmalara kişisel travmalar
ekleniyor. Bu iç içe geçmişlik insana kendini unutturuyor. Hayallerini
unutturuyor. Acı gerçek ile baş etmeye çalışmak tek bir amaç oluyor.
Türlü türlü
yollar bulmuş her bir karakter. Her biri bir şeye tutunmuş. Kimi aşka
tutunuyor, kimi ihtirasa. Birinin ulaşmak istediği hayaller kendine çelme
takıyor, diğeri gerçekleri ile boğuşuyor. Kimi geçmişten gelen acının esiri,
kimi ise keşkelerin, ihtimallerin.
Bir diziyi
sanat eseri yapan nedir? İşte bunlardır. Bu karakterlerden bağımsız olarak
bizlere hissettirdiklerinin yanında, karakterin dertleri ile de hemhâl
edebilmektir. Dini, dili, ırkı farklı olsa da insanın insanlık ortak paydasında
aynı olduğunu anlatabilmektir. Hangimiz Raşel’in, Matilda'nın yürek yangınını
kendi yüreğinde hissetmedi ya da Orhan annesini o odaya kilitlerken hangimiz
ötekileştirilen insanların acılarına ortak olmadı. Matilda'nın, Orhan'ın
acısını yüreğinde hissetmek için insan olmak yeter. İnsan olmak, insan
kalabilmek ise bu hayattaki en zor şeylerden biri. Acı olan ise bozulmaya çok
müsait olmak. Kötülük ile başa çıkmaya çalışırken kötü olmak. "Ben senin
gibi olmayacağım" derken verdiğin sözün altında ezilip kalmak.
Korkularımız ile baş etmeye çalışırken, korkularımızın esiri olmak.
Kulüp büyük
çarkın çevrilmesi için ezilen, kırılan, hırpalanan dişlilerin hikayesi. Yok
sayılan, horlanan, görmezden gelinen insanların hikayesi. Emeğin, servetin,
hayallerin sömürülmesinin hikayesi. Acı gerçeklerin sadece bir kesiti.
Acılarla, ötekilerle dolu bir memleketin hikayesi. Hepimizin hikayesi. Bu hikâyede
-fark etmesek de- yanan hepimiz olduk. Bu bizim hikayemiz. Barışmamız, helalleşmemiz,
iyileşmemiz gereken, kanayan bir yaranın hikayesi. Bu hikâyeye bir de bu gözle
bakabilmenin hepimize şifa olması ümidiyle...