Sen Anlat Karadeniz; Nefesler, Tahirler ve diğerleri…

İyiler ve diğerleri
Gelelim bana bu yazıyı yazdıran Tahir’e, daha doğrusu onun dönüşümüne.. Tahir başından beri hep merhametli ve gözü kara bir adamdı. Nefes’e karşı gösterdiği keskin tavrın sebebi de gördük ki zaafına yenilmeme çabasıymış. Peki, Nefes’e ilk görüşte vurulmasaydı da böyle davranır mıydı? Yanıtı şüphesiz bir evet, ama bunu yaparken Nefes’in kişiliğini ve kalbini de yerle bir eder miydi? Ona da yanıtım evet. Beni neredeyse Tahir’e düşman edecek olan bir dördüncü bölüm vardır misal; Tahir Nefes’in zamanında başkasına âşık olduğuna inanır ve delirir, olmadık şeyler söyler, olmadık şeyler yapar. Nefes Vedat’tan, Tahir de Nefes’ten kaçar. Ama özünde iyi olan insanların ortak özelliği olduğu üzere Tahir vicdanından kaçamaz ve Nefes’in “kurtarılması gereken bir prenses değil miyim artık?” sorusuyla kendiyle yüzleşmeye başlar nihayet. Karakterlerini, olaylar karşısında nasıl dönüştürdüğü (ya da duruma göre dönüştürmediği) bir dizinin alamet-i farikası bence ve Sen Anlat Karadeniz bunu Tahir üzerinden güzel anlatıyor. Bir insanın başına gelebilecek her şeyle sınandığı halde çoğunlukla vicdanının gösterdiği yerde durmayı başarabildi bu güne kadar; canıyla sınandı vazgeçmedi, ailesiyle tehdit edildi vazgeçmedi, kalbini un ufak ettiği ve yanlış olduğunu bile bile sevdiği kadının öldüğünü zannetti ama pes etmeyi aklına bile getirmedi. 

İşte bu yüzden Tahir Kaleli her geçen gün büyüyen bir kahramandır. Âşık olur, dilinden önce gözlerine düşer, öyle bir bakar ki Nefes’e… Yaralarını görür ve o yaralar için döktüğü gözyaşlarını saklamaz. İlk 2-3 bölüm o haldeki bir kadına yaklaşımını fazla flörtöz bulmuş ve yadırgamıştım ama sonrasına Nefes’le mesafesini hep çok iyi ayarladı; ne onu yalnız hissettirecek kadar uzak ne de korkutacak kadar yakın. Lafını sözünü tartarak konuştu, Nefes’in yaralarına bir tane daha eklememek ve açtığı yarayı tamir etmek için uğraştı. Tahir’i artık tanıdığımı düşündüğüm için şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; onun sahip olduğunu söylediği hiçbir değer lafta değil. Nefes’in gözlerinde kendine dair bir şeyler görmeseydi onun gözüne bile görünmezdi, adım kadar eminim. En başında hissetti, mecburiyetten de olsa girebilmişti o iki kişilik dünyaya ve Nefes’e belki de hayatında en çok ihtiyaç duyduğu şeyi sundu; yol arkadaşlığı. Aşktan önce merhamet, tutkudan önce güven geldi. Bunlar ve daha burada sayamadığım bir dolu sebepten dolayı Nefes ve Tahir’in aşkı daha önce izlediğimiz hiçbir ilişkiye benzemiyor. Birbirlerinin hiçbir şeyi olmadan her şeyi oldukları bu gerçek üstü aşk öyle ya da böyle izletiyor kendini.

Aşk güzel, ikilinin sahneleri içimizi titretiyor da Karadeniz’in diğer sakinleri neler yapıyor bu arada? Toplumda birebir karşılığı olan zihniyetlerin ürünü sözlerini Nefes’in üzerine boca etmekle meşguller tabii. Değil dışarılıklı bir kadına, bizzat kendi kızına, ablasına merhameti olmayan kadınlar var Türkan ve Nazar gibi mesela; ikisini de anlamak benim için çok zor. Türkan da Saniye gibi “önce ben ve benim düzenim” diyen, dünyası dar bir kadın. Çocuklarından bahsederken aynı cümle içinde kendi saygınlıklarını ve konumlarını onların mutluluğunun önüne koymakta bir tuhaflık görmeyen kafalar. Peki Nazar? Nazar bu ikiliden daha ilginç. Empati yoksunu, hiç yüz yüze gelmediği bir durumla ilgili yüksek perdeden atıp tutan, ablasını koruduğunu zannederken ona azıcık bile umut olmayan, şişkin egolu dümdüz biri işte. Ama onlardan da var etrafta bolca. Bir de Asiye gibi Osman Hoca gibi denge unsurları var, pusulası şaşanları biri hoşgörü ve yüce gönüllülükle kurtarmaya çalışırken diğeri bunu elindeki maşasıyla yapıyor. Farklı yöntemleri var ama hikâyedeki varlıkları bir nefes alma anı olarak her bölüm izleyene derin bir “oh” çektiriyor. 

Bir de Mustafa gibiler var; erkek egemen toplumun yüksek sesli temsilcisi, sevdiği bir canı korumak uğruna masum canların çektiği eziyete gözlerini kapayan, “namus” “şeref” gibi beylik laflar ederken cesur olmaktan haberi olmayan bir dünya yolcusu. Herkesin bildiğini tahmin ettiğim Yiğit meselesinden dolayı öyle kızgınım ki ona. Sadece o da değil, Nefes’le ilgili düşünceleri de çok sakat ve hastalıklı. Ama onu diğerleriyle aynı kefeye koymamı engelleyen de bir vicdanı var içinin derinliklerinde. Asiye’nin de zamanında onda gördüğü, sevdiği şeye güvenmek istiyorum Mustafa’yla ilgili. İstiyorum ki Nefes’i herkese karşı koruması sırf Tahir’i kaybetme korkusundan olmasın ya da “ben söylemesem başkaları söyleyecek” bahanesiyle rezil laflar etmesin onun hakkında. Özellikle 17. Bölümde bir adım attım onu affetmek için, bir gün karşısına bir sınav çıkar ve o sınavı alnının akıyla geçerse tümden de affederim; sırf cesur karısı ve kardeşleri hatırına.

Bunlar benim 17 bölümlük Sen Anlat Karadeniz maceramın zihnimde uyandırdıklarıydı. Dizide ufak ufak zihnimi karıştıran hatalar elbette var, problemli bulduğum kimi anlatım şekilleri, “yapmayın vallahi bu kadar da olmaz” dediğim yerler de… Ama genele baktığımda; en olmaz şartlarda yan yana düşen iki kalbin ve onların aşkının alışılageldik doğruları yerle bir edip, etraflarını dönüştürmesi hikâyesi benim için izlenebilirliği olan bir anlatı. Karşılıksız aşkının ardına sığınıp, değer görmediğini düşünerek canına kasteden kadınla hem onun dilinden anlayan hem de hiç anlamayan iki kadının gösterdiği dayanışma da öyle. Gönül isterdi ki erkeğin kahraman olmadığı, kadının inisiyatifi ele aldığı hikâyeler de görelim ama onların da zamanı gelir sanırım. Buradan “bir kadın kurtulmak için bir erkeğe, bir aşka muhtaçtır” mesajı çıkmasın o bile yeter şimdilik. Zaten Nefes’in ağzından oğluna annelik edebilmek için bir nikâha ihtiyaç duymasına ve bozuk düzene gelen isyanları duyuyoruz zaman zaman. Dizinin “ben anlatınca deli diyorlar” diyen bir kahramanın gözünden anlatıldığı bir kurgu olduğunu ve gül bahçesi vaat etmediğini kabullendiğim anda takipçisi olduğum bu öykünün anlatım dilini ve odağını Nefes’e kaydırmasını dilemekten kendimi alamıyorum yine de.

 Zaman ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim, sevgiyle kalın.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER