Bu bir itiraf yazısıdır.
Türk dizilerini izlemekten hiç yılmayan bir izleyici olarak son günlerim “asla izlemem” dediğim yapımların bütün bölümlerini tekrar tekrar izleyerek geçiyor. Sen Anlat Karadeniz de benim o boyumdan büyük laflarımı tek tek yuttuğum son yapım oldu. Sonradan başlayıp yayına yetişmem bir yana iki gün gibi bir sürede 15 koca bölümü baştan sona tekrar izledim. İzlerken niyetim beni aylar önce ürpertiyle ekran başından kaldıran şeyin nasıl olup da devamını merak ettiğim ve izlemekten keyif aldığım bir şeye dönüştüğünü anlamaktı. Galiba anladım da...
Yalnız başlangıçta biraz neden mesafeli olduğumu bir anlatmak isterim. Dizinin kendine yüklediği misyonun taraftarı olmamakla birlikte (çünkü dizilerin eğlencelik olduğunu, toplumu yönlendirmekte araç olarak kullanılmaması gerektiğini düşünüyorum) çoğu zaman bu konuyu ele alış biçimini biraz “fazla” buluyorum. Şiddeti ve işkenceyi o kadar detaylı ve gerçek zamanlı anlatıyor ki bir süre sonra Nefes’in yüzündeki morluk görmeye çok alıştığınız bir şey haline gelip insanı dehşete düşüren etkisini kaybediyor ya da güncele gelecek olursak, Berrak’ın bir zincire bağlı halde günlerdir bir odada tutulmasını yadırgamıyoruz artık. Hal böyle olunca dizi; asıl anlatmak istediği şiddete karşı argümanını da bu açıklıkta ve adeta kör göze parmak sokarcasına aktarmak zorunda kalıyor. Açık açık bir amaç için oraya konulduğu belli olan sahnelerle adeta iyi ile kötü arasında skor dengelenmeye çalışılıyor. Bu didaktik tavrın ilerleyen zamanlarda törpülenip daha yumuşak bir hal almasını gerçekten yürekten istiyorum.
Son derece açık bir şekilde farkındayım ki çevremiz akşam izlediği diziden etkilenip “racon kesen” kabadayı özentileriyle, kurgu karakterlere cenaze töreni düzenleyen insanlarla, izlediğiyle yaşadığını ayırt edemeyenlerle dolu. Sen Anlat Karadeniz de bu eğilimin farkında olup ters yönde fayda sağlamaya çalışıyor ve “Bakın Nefes’e yapılanlar kötü, böyle yapmayın, Vedat zaten şeytan ama Saniye, Türkan, Mustafa da olmayın” diyor. Biliyorum ki dizinin derdi “kadına şiddete dikkat çekmek” ama bunu yaparken Vedat’ın çevresine onun mazur görüldüğü ve bir şekilde desteklendiği bir zemin koymak, üstelik bu şiddetin de toplumda karşılığının olduğunu göstermek bir anlamda onun yaptıklarını normalleştiriyor. Üstelik işin hukuki boyutunun sürekli olarak aksaması, işkence ve tecavüzün ceza görmek bir yana ispatlanamaması bile evet çok gerçek ve hayatta sık sık gördüğümüz bir şey ama var olanı olduğu gibi göstermek gerçekten soruna dikkat çekiyor mu ondan hiç emin değilim. Eyşan ve Vedat tarafıyla başım hoş değil bu yüzden.
Aslında ilk 2-3 bölümde içindeki bütün merhametine ve düne kadar haberinin bile olmadığı bir hayattan özür dileyen kocaman yüreğine rağmen Tahir Kaleli’yle de başım hiç hoş değildi. Kadının ve çocuğun gözlerindeki korkuyu, tavırlarındaki ürkekliği gördüğü halde haddi olmamasına rağmen ısrarla ondan hesap sorması, buyurgan ve hoyrat tavrı da uzağa itmişti beni bir hayli. Şimdi nasıl hemşerilerine hatta ailesine kök söktürüyorsa Nefes’e ettikleri laflar için, bin beterini kendi yaptı. Sözlü ve psikolojik şiddetin her türlüsünü sadece göstermek yetmez, onunla tıpkı Mercan’da olduğu gibi aktif bir şekilde mücadele de etmek lazım. Mercan’ın terapi sahneleri bu açıdan benim için çok kıymetli, keşke aynı özeni Nefes ve hatta Yiğit için de görebilsek. Sekiz yıllık esaretin yaralarını sarmak sadece Tahir’in Asiye’nin ya da Osman Hoca’nın yapabileceği bir şey değil ve bu noktada hikâye direksiyonunu kurguya kırıp karakterlerinin aldığı mesafeleri drama matematiği içinde açıklamayı seçiyor. Ben de bir izleyici olarak bir miktar kafa karışıklığıyla baş başa kalıyorum... Hâlbuki derdini asıl anlatacağı yer burası. Nefes’in iyileşmesi ve yaşama tam anlamıyla dönmesi dizinin en önemli, en hayati aksı olmalıyken aksiyona kurban ediliyor bir miktar. Nefes’in benzer durumdaki kadınlara umut verebilmesi için sadece Tahir’e âşık olabilmesi yetmez, hele bu iyileştiği anlamına hiç gelmez. Hayat bu kadar naif ve tozpembe değil ne yazık ki. Üstelik benzer şeyleri yaşayanlar için denizden kaplanlar da kalplerinde kocaman bir aşkla kapıda belirmiyorlar. Gerçekçiliğe sıkı sıkıya tutunması gereken noktada ne yazık ki yanlış ya da en azından eksik bir seçim yapıyor Sen Anlat Karadeniz.
Tabii ki kadın-erkek ilişkisi açısından ele alındığında Tahir’in aşkı ve merhameti çok yol aldırdı ama Nefes’in sadece kadın tarafı değil bütün insanlığı yaralı. Ruhundaki yaraların iyileşmesi için yalnızca karşılıksız sevgi ve merhametin yeteceğini göstermek bu hikâye içinde fazla iyimser kalıyor. Evet daha önce hiç karşılaşmadığı şekilde Osman hoca ve Asiye karşısına çıkan her engelde elinden tutuyor, yarasını sarıyor ama Onun bütün kırılmışlığına rağmen kimliğini tek başına yeniden kazanması gerek. Görüyoruz ki konuşanlar, canını yakanlar bitmiyor; bununla bir şekilde başa çıkıyor da. Ama Nefes’in gerçekten hayata karışması gerek. Göstermelik olmadan çalışması gerek mesela, kendi parasını kazanması, Yiğitle hiç yapamadığı şeyleri yapıp sokaklara çıkması gerek. Bu hikâyenin imkânsız aşkı merkeze koymadığı ortadayken, “kadın”ın yaşamaya yeniden başlamasının üzerinde böylesine az durulması beni hayal kırıklığına uğratıyor. Bu kadar aksiyondan aksiyona koşmadan; Nefes’e, kimsenin kanadının altında olmadığı bir alan açılması gerektiğini düşünüyorum.
Yazı devam ediyor..