Konuşmamız lazım. Anlaşmak için. Ve aramızda ortak bir dile, bize özgü bir
lisana ihtiyacımız var. Birbirimizi anlamak için. Konuşmamız gereken şeyler var, ama
önce bu dili öğrenmeliyiz.
Süreyya,
Adem’in olup biteni Faruk’tan duyması
gerektiğine inandığı için Faruk’un Adem’le konuşmasını istedi. Çünkü bir sır
varsa ve ortaya çıkacaksa kimden duyduğunuz önemlidir. Hiç değilse
yaptığınızdan gerçekten pişman olup olmadığınızı gösterir. Faruk bunun için Adem’le
konuşmak istedi. Kendini ve pişmanlığını anlatmak istedi. Gel gör ki araya
giren konu harici İpek, Adem’in kaçmaya hazır olduğu inançtan kurtulmasına izin
verdi. Türlü sebeplerle bu iyi niyet geri tepti. Ve Adem’in öfkesinin alevlerini
körükledi. Oysa Faruk’un da Süreyya’nın da istediği konuşmaktı. Anlatmak,
iletişim kurmak.
Fakat
nihayetinde olup bitenler yüzünden Esma Boran da Süreyya’ya karşı tekrar camdan
duvarlarını ördü. Bununla da kalmayıp eski bir güç gösterisine soyundu bir
bebek odası üzerinden. Sanki bunca zamandır kızıyla dertleşmemiş, kendini
onunla özgürleştirmemiş gibi. Erken paye verdiğine kanaat getirdi, köprüleri
atar gibi. Ama bu sefer bir fark vardı… Buraya tekrar geleceğim.
“Sandım ki aynı lisanı konuşuyoruz, ama
nerde!”
Bir
yalanı doğrultmaya çalışırken bunca insanın arasını açıldı. Demek ki üstünü
yeni yalanlarla örtse, her şey ne kadar zorlaşırdı. Adem’le Faruk tamam ama Faruk’un
Akif’le, Süreyya’nın da Esma ile arasındaki ipler gerildi, belki kopma
noktasına geldi. Halbuki gerçeği itiraf etmek ve hatayı kabullenmek; suçu değilse
bile cezayı hafifletmez mi?
Anlaşmak
için konuşmamız lazım. Aracılara ihtiyaç duymadan, kendimizi anlatabilmemiz.
Adem’le Faruk arasında olanların müsebbibinin İpek olduğunu düşünürsek, araya
kimseyi sokmadan bire bir iletişimin ne kadar önemli olduğu ortada. İpek Adem’i arayıp saçmalamasa Adem, Faruk’u affedecek; Süreyya ile Esma yeni bir
muharebeye girişmeyecekti. İşte tam da bu yüzden, tercümanlar olmadan
hislerimizi anlatabilmemiz lazım. ‘Ben böyle düşünüyorum ve bu yüzden böyle
yaptım’ diyebilmemiz lazım karşımızdakine. Çünkü kendimizi anlatamasak
karşımızdakini de anlayamayız. Ve anlamak, her derdimizin devası.
“Artık benim miyim kendini ifade edemeyen,
kendini sevdiremeyen benim.”
“Esma Hanım ben deli miyim; niye kendimi
anlatmak için bu kadar savaş veriyim?”
Süreyya
ve Esma, bu sene kendilerine bir dil ördüler tüm dertlerin soğuğunda.
Mahremlerini, korkularını ve duygularını açtılar birbirlerine. Yaralı leylekler
gibi, yokluktaki ortaklıklarından bir dil inşa ettiler kendilerine ve konuşmayı
öğrendiler birbirleriyle. Çünkü bir insanla anlaşmak, yeni bir lisanda
konuşmaktır. Tıpkı gurbette, başka dilde, derdini anlatabilmek gibi.
İnsanların
hikayelerini, sırlarını öğrendikçe onları tanımış oluruz. Tanıdıkça onları anlamayı öğreniriz. Ve anladıkça,
kızamayız. Süreyya ile Esma’nın hikayesi budur bence. Anlamak ve anlaşılmak.
Süreyya artık Esma’yı anlıyor. Ki anlamak, anlaşılmanın olduğu kadar konuşmanın
da ilk adımıdır.
Bu
yüzden artık Esma’yla konuşmak için Faruk’un tercümanlığına ya da birinin
aracılığına ihtiyacı yok Süreyya’nın. Artık onu tanıyor ve anlıyor. Onun
lisanını biliyor. Ve o bebek odasına
girip sabahın ortasında, Esma’nın tüm planlarını iptal edip neşeyle duvarları
boyuyor. Çünkü Esma’nın da bunu istediğini, Esma’nın kızından bunu
bekleyeceğini biliyor. Dahası ve önemlisi, kendi içinden de tam da böyle yapmak
geçiyor. İşte bu yüzden tüm bu muharebeye rağmen, birbirlerini seviyor ve
anlıyorlar.
Demek
ki anlamamız lazım birbirimizi. Ve konuşmamız bunun için. Ki kendimiz olup
olamayacağımızı, bu insanın ülkesinde onun diliyle ve aramızdaki ortak dille
konuşup konuşamayacağımızı bilelim. Konuşmayı söktüğümüzde yeni bir dilde,
üzerimize içerden bir özgüven gelir. Çünkü insanın kendini ve derdini
anlatabilmesi kadar özgürleştirici şey, nadirdir.
İki
insan arasındaki her dil, özeldir. Öğrenilir; kurulur, bozulur ve yeniden inşa
edilir. Konuşmamız gereken şeyler var, ama önce bu dili öğrenmeliyiz.
Konuşalım;
konuşmak özgürleştirir.