Geçtiğimiz ay düzenlenen Uluslararası Palm Springs Film Festivali'ne gitmek için iki nedenim vardı: 1- En İyi Yabancı Film dalında Oscar'a aday gösterilen dokuz filmin yönetmeninin söyleşisine katılmak, 2- In the Fade filminin gösteriminden sonra dünya gözüyle Fatih Akın ve Diane Kruger'u görüp bizzat tebrik etmek. Bu yazının konusu ilki, yani dokuz aday filmin sekizinin yönetmeninin katıldığı söyleşi. Tabii bu panel, beşe kalan filmin açıklanmasından bir hafta önce düzenlendiğinden son elemeyi geçemeyen İsrail yapımı Foxtrot, Almanya'nın adayı In the Fade ve Güney Afrika'dan katılan The Wound filmlerinin yönetmenleri Samuel Maoz, Fatih Akın ve John Trengove da organizasyona davet edilmişti. Bu üç yönetmen dışında, 4 Mart 2018 Pazar günü En İyi Yabancı Film dalında yarışacak beş film ve yönetmenleri şöyle: Şili'den A Fantastic Woman /Sebastian Leilo, Lübnan'dan The Insult / Ziad Doueiri, Rusya'dan Loveless / Andrey Zvyagintsev, Macaristan'dan On Body and Soul / Ildiko Enyedi ve İsveç'ten The Square / Ruben Östlund. Bu listedeki filmlerden biri Altın Küre, biri Cannes'da Palme d'Or, biri Berlin'de Altın Ayı, bir diğeri de Venice'te Gümüş Aslan kapmış durumda. Ayılar aslanlar palmiyeler küreler derken konuşmacılara gel!
Festival başarıları malum ve fakat bu filmlerin hepsi, öyle ya da böyle bir şekilde Amerika'da sinemalarda gösterime girerken içlerinden yalnızca On Body and Soul'un hiçbir yerde gösterilmediğini hatırlatmak isterim zira filmin hakları Netflix'in elinde. Yani Cannes'dan sonra Oscar'da da Netflix esintileri.
Söyleşi, uluslararası bir film festivalinde yapıldığından olsa gerek, yönetmenlere genel olarak festival tecrübeleri, festival sonrası nasıl dağıtımcı buldukları soruluyor ve İsveç'teki gösterişçi sanat camiasını bir müze yöneticisi üzerinden ele alan absürd komedi The Square ile 2017'de Cannes'da Palme d'Or'u kucaklayan Ruben Östlund alıyor sazı eline.
“Bugüne kadar film festivallerinin büyük faydasını gördüm. Şimdi beni düşünün, İsveçli bir yönetmen olarak film yaptığımda İsveçli film eleştirmenleriyle muhatap olmak zorunda kalacağım. Ne var ki film önce Cannes'da gösterilirse onlardan daha iyi yorum alma şansım çok daha yüksek. (gülüyor) Şaka bir yana, bence bu gibi şeyler, filmlerin ne kadar kaliteli olduğunu göstermiş oluyor. Cannes'ın en sevdiğim yanı, bir tarafı kırmızı halı ve ünlülerle doluyken diğer tarafı da küçük Avrupa filmlerinin büyük bütçeli yapımların yanında aynı ortamda gösterilmesi. Genel olarak film festivallerinin, filmlerimizin tanıtımı ve izlenmesi için çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Berlinale'de Altın Ayı ödülüne layık görülen ve aynı mezbahada çalışan iki kişinin, aynı rüyayı paylaşmak suretiyle birbirine aşık olmasını anlatan On Body and Soul filminin yönetmeni (aynı zamanda söyleşideki tek kadın) Ildiko Enyedi, bu filmden önce son uzun metrajını 1999'da çekmiş. Yönetmen, neredeyse 20 yıl ara verdikten sonra kendisini bir anda yine film festivallerinde bulmasının başlarda biraz tuhaf geldiğini anlatıyor.
“Aradan bu kadar uzun zaman geçtikten sonra festivallere dönmek biraz tuhaftı. Bunca yıl film yapmak istemediğim için değil, elime bir türlü fırsat geçmediği için film yapmadım. Bu projeye hazırlanmaya başladığımızda, film dünyasına ana kapıdan değil de arka kapıdan sızmak istedim ve ekip arkadaşlarıma, kendilerini hazırlamalarını, bu filmin muhtemelen büyük film festivallerine giremeyeceğini zira onlara uygun materyal olmadığını söyledim. Daha en başta bunu kabullendiğim için bundan sonra olacakları düşünmemek benim için büyük rahatlıktı. Tabii işler planlandığını gibi gitmedi. (gülüyor) Berlin Film Festivali'ni çözdüm, şimdi de Palm Springs'i anlamaya çalışıyorum.”
Anne babası tatsız bir boşanma sürecindeyken bir kavgaları esnasında evden kaçan küçük çocuğun ve ebeveynlerinin hikayesini anlatan Loveless, Rusya'nın son beşe kalmayı başaran Oscar adayı. Yönetmen Andrey Zvyagintsev, ekip içinde tek İngilizce bilmeyen yönetmen olduğundan sahneye çevirmeniyle çıkıyor. Fotoğrafta gördüğünüz sarı bıyıklı, takım elbiseli amca yönetmenlerden biri değil, kendisinin çevirmeni.
Zvyagintsev de meslektaşı Enyedi gibi filmi yaparken gözlerinin Oscar'da ya da Cannes'da olmadığını zira bu hususta tek önemli şeyin kendi değerlerine uygun bir film yapmak olduğunu söylüyor. Rusya'da halkın genel olarak filme olumlu yaklaştığını ama hikayedeki bir takım politik unsurlar nedeniyle de bazı eleştirilere maruz kaldığını öğreniyoruz. Örneğin Rusya'da gayet iyi tanınan ünlü biri, ulusal bir kanalda yaptığı konuşmada yönetmen Andrey Zvyagintsev'in Kızıl Meydan'da yere çöküp bütün ülkeden af dilemesi gerektiğini söylemiş.
Andrey bunu “küçük bir şaka” olarak anlatsa da bunca sene gidip geldiğim söyleşilerden, yönetmenlerle yapılan röportajlardan anladığım kadarıyla Oscar ve Golden Globe'a aday gösterilen, Cannes'da Berlin'de ödüle doymayan çoğu film ve yönetmeni, kendi ülkelerinde hiçbir zaman uluslararası camiada gördükleri ilgiyi görmemiş, aksine çokça tepki çekip dışlanmış. Tabii The Insult filminin yönetmeniyle yapılan söyleşide de konusu geçtiği üzere, hükümetin bile zamanında büyük tepkiler gösterdiği, finansal olarak desteklemediği filmler bir süre sonra nasıl aynı hükümet tarafından ülkeyi temsil etmek üzere bu büyük ödüllere aday gösteriliyor, tam bir muamma.
Geçtiğimiz sene Venice'te Jüri Özel ödülü olan Gümüş Aslan'ı kapan İsrail yapımı Foxtrot, her ne kadar Oscar'da son elemeyi geçememiş olsa da uluslararası festivallerde almış yürümüş bir film. İsmini bir dans çeşidinden alan film, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde görev yapan asker oğullarının ölüm haberini alan bir anne babanın hikayesini anlatıyor. Yönetmen Samuel Maoz da ülkesinde filmi izlemeyen Kültür Bakanı'nın, tam da filmde bahsedildiği şekilde saldırıya geçtiğini ve ülkedeki radikal bölünmeyi bir kez daha ortaya koyduğunu söylüyor.
Güney Afrika'nın adayı, 2017'de Sundance dahil birçok film festivalinde görücüye çıkan The Wound, daha ülkesinde gösterime dahi girmeden protestolarla karşılanmış. Film, erkekliğe adım atmak için dağa çıkan ve orada kendisiyle ilgili bazı gerçeklerle yüzleşen genç bir adamın hikayesini anlatıyor. Baş karakter eşcinsel olduğundan, sosyal medyada hem yönetmen John Trengove'a hem de oyunculara ölüm tehditlerinden üniversite kampüslerinde düzenlenen protestolara kadar filme verilmeyen tepki kalmamış. Tam “üniversite kampüsünde böyle gerici protesto mu olurmuş?” diye düşünürken yönetmen aklımı okumuşçasına, bu protesto sürerken bir anda filmi destekleyen öğrenci ve öğretmenlerin ortaya çıktığını ne var ki bir süre sonra iki tarafın da filmi izlemediğinin anlaşıldığını söylüyor. Demek böyle takım tutar gibi hakim olmadığı bir konuda kulaktan dolma bilgiyle gaza gelip kendini protestolarda bulmalar, efendime söyleyeyim celallenmeler bir tek bizde olmuyormuş.
Bir önceki yazının konusu, Lübnan adına yarışan The Insult, bu senenin en güçlü adaylarından ve tek rakibi de İsveç'in adayı The Square gibi görünüyor. Pete Hammond gibi tanınan film eleştirmenlerinin Oscar tahminlerinde başı çeken filmin yönetmeni Ziad Doueiri ödülü kazanırsa ilginç bir konuşma bizi bekliyor zira zamanında filmini hiçbir şekilde desteklemeyen Lübnan hükümeti, bir süre sonra kendi içinde değişime gittiğinde filmi kendi elleriyle ülkesini temsil etmesi üzerine Oscar'a aday göstermiş. Üstelik de yönetmeni daha önce İsrail'e gittiği için gözaltına aldıktan sonra! Şimdi Ziad olsanız nasıl bir konuşma yaparsınız? Hükümete teşekkür etsen bir dert etmesen dert.
Golden Globe'da En İyi Yabancı Film ödülünü kazanmasının ardından, gelecekte başına geleceklerden habersiz, Oscar paneline katılan Fatih Akın, In the Fade'in Neo nazileri konu alan bir film olduğunu ve bunu kendisiyle Almanya arasında bir diyalog olarak gördüğünü söylüyor.
“Eğer film Amerika'da başarı yakalayıp Almanya'da batsaydı bunu başarısızlık olarak görürdüm. Açıkçası Cannes ya da Sundance nasıl filmler arıyor hiçbir fikrim yok. Ne zaman bir filmi alacaklar desem almazlar, ne zaman 'asla almazlar' desem alırlar.”
Foxtrot'un yönetmeni Samuel Maoz ile vakti zamanında bir festivalde beraber jüri üyeliği yaptıklarından bahseden Fatih Akın, küçük de bir anılarını anlatıyor.
“Birlikte bir festivalde jüri üyesiydik. Hangi filmin ödül kazanacağına karar verecektik. Ödülü her zaman en iyi film almaz. En iyi film nedir ki? Dün gece nasıl uyudun, ne kadar içki içtin, o filmi yapan yönetmeni tanıyor musun? Birlikte jüri üyeliği yaparken yanımızda Çinli bir meslektaşımız vardı. Yarışmada Çin yapımı çok iyi bir film vardı ama Çin'e çok saldırıyordu. Bir noktada dönüp jüri üyesi arkadaşımıza, bu filme ödül verirsek bunun ileride kendisine sorun yaratıp yaratmayacağını sordum. 'Evet' deyince de ödülü başkasına verdik. Jüri üyeleri olarak ahbap olduğumuz için aramızdan birini korumak istedik.”
Söyleşi başlayalı bir hayli zaman geçtiği halde kendisine soru yöneltilmediği için tek kelime etme fırsatı yakalayamayan Sebastion Leilo, yaşça büyük bir erkeğe aşık olan trans kadının, sevgilisinin ölümünden sonra yaşadıklarına odaklanan A Fantastic Woman'ın yönetmeni. Leilo, evrensel konusu gereği, diğer adaylara göre uluslararası alanda anlaşılması daha kolay olan filmin başarısını yerelliğine bağlıyor: Evrensel olmanın tek yolu küçük ve yerel olmaktan geçiyor.
“Eğer siz spesifik bir film yaparsanız bu zamanla evrensel düzeye gelir. Filminizde işlediğiniz konunun ne kadar spesifik olduğuna bağlı olarak evrensel olabilirsiniz. Yoksa evrensel olma amacıyla film yapıp bunu sağlayabileceğinizi sanmıyorum. Gloria filmini çektikten sonra yeni projemi düşünürken, sevdiğiniz kişinin kollarınızda öldüğünü ama siz kabullenilmeyen kişi olduğunuzdan kollarınızın o insan için olabilecek en kötü yer olduğunu düşünmeye başladım. Sonra bunu trans kadına çevirmeye karar verdim ve bu fikir gözüme çok tehlikeli ve heyecan verici göründü. Hiç trans arkadaşım olmadığı için sırf cehaletimden kurtulup bilgi almak için trans kadınlarla buluşmaya başladım. Bir tavsiye üzerine de Daniela Vega ile tanıştım ve bir yıl boyunca bize danışmanlık yaptı. Senaryoya onun karakterinden birçok şey yansımaya başladı ve senaryonun sonlarındayken baştan beri gözümün önünde olan danışmanımın aslında başrol oyuncum olduğunu fark ettim. Daniela önce delirdiğimi düşünse de sonunda teklifimi kabul etti. Gişede Gloria'nın yarısı kadar para kazanan filmin etkisi onunkinden bin kat fazla oldu ve bu konu ülke çapında tartışılmaya başlandı.”
Katılımcı çok olunca herkesin ancak bir kez söz alabildiği panelin sonuna geldiğimizde basın turları nedeniyle oradan oraya koşturan yönetmenler hızlıca dağılıyor. Bu sırada Palm Springs'de hafiften bir yağmur başlıyor ve Ocak ayında bile kendini hissettiren boğuk çöl havası biraz ferahlıyor. Oscar adayı beş filme başarılar diliyor, tahminimi The Insult'tan yana kullanarak çekiliyorum.