Yaşadığım şehir dolayısıyla düzenli bir
tiyatro izleyicisi değilim maalesef ama Sakarya’ya gelen her oyunu izlemeye
gider Kocaeli’nde yeni bir oyun sahnelenecekse hemen biletimi alırım. Bazen de
izlemeyi çok istediğim bir oyun olduğunda kaçamak yaparak iki saatlik yolculuk yaparım.
Bu yolculuğu yine yaptım…
21. İstanbul Tiyatro
Festivali’nin açılış oyunu olan Martı’yı izleme şansına erişenlerdenim ben de. Şanslıyım
çünkü biletleri anında tükenen bir oyundu.
Martı; Serdar Biliş'in
başarılı rejisi ve güncel yorumuyla, farklı dekoru ve yorumu güncel olsa da
insanı masal diyarlarına yolculuğa çıkaran müzikleriyle, başarılı
oyunculuklarıyla muazzam bir oyundu.
Genelde klasiklerin güncel yorumlarından
biraz ürkerim. Oyunun ana ruhunu hissedemeyeceğimi düşünür, istemsizce
kaygılanırım. Tabii bir de Martı’nın herhangi bir gösterimini izlemediğim için
daha kararsızdım oyuna girerken. Zihnimde kelimeler vardı ve o kelimeler
günümüz şekliyle görselleşecekti.
Ama tüm ekibin uyumuyla olarak ortaya
koyulan şahane bir yorum izledim sahnede. Çehov’un Martı’ya üflediği ruh orada
duruyor ve tüm hissettiklerimin hüsnü kuruntu olduğunu gösteriyordu.
Oyunun temeli sanatı bir amaç olarak gören
genç yazar Treplev (Boran Kuzum) ve onun eski ününü kaybetmiş aktris annesi
Arkadina (Tilbe Saran) üzerine kurulu. Annesinin ilgisizliği, sevgisizliğiyle varlığını sürdüren Treplev delicesine tutkun olduğu Nina (Ecem Uzun) ile
hayatına aşkı katmak istese de Nina Arkadina’nın ünlü tiyatro yazarı sevgilisi
Trigorin’den (Fırat Tanış) hoşlanmaktadır.
Oyunun, ana metinde olduğu gibi ilk sahne
Maşa (Gonca Vuslateri) ile başlıyor ve dengeli bir akışla sıkmadan, usulca
ilerliyor. Tüm o tadı, buram buram hissiyatı yerinize çivilenmiş bir şekilde
izlerken alıyorsunuz.
Özenle
oluşturulmuş bir kadro vardı oyunda. Oyunda Serdar Orçin, Sevil Akı, Şerif Erol, Cem
Cücenoğlu, Kayhan Açıkgöz, Yasin Bardakçı gibi yetenekli oyuncular da var.
Tüm
oyuncular karakterlerini öyle bir giymişler ki üzerlerine hepsi sahnede
parlıyordu. Oynamadıklarını, o anı yaşadıklarını biz seyircilere
geçiriyorlardı. Oyuncuların paslaşmaları, kendi sahnelerindeki ritimleri de son
derece kararındaydı ve sahne geçişlerinde akıcılığın bozulmaması da
başarılıydı.
Bütün
performanslar şahaneydi ama benim değinmek istediğim üç isim var. İlk isim
Tilbe Saran… Duayen oyuncu Arkadina’nın o bencil, hor gören tavrını tüm
asaletiyle koymuş ortaya. Onun sahnelerinde göz bile kırpmıyor, nefes
aldığınızın bile farkında olmuyorsunuz. Önünde saygıyla eğilmemiz gereken bir
sanatçı olduğunu tekrar tekrar gösterdi bizlere.
İkinci isim tabii ki karşılıksız aşkın
melankolisini başarıyla işleyen Gonca Vuslateri’den başkası değil. Maşa’nın
mutsuzluğunu, çaresizliğini iliklerinize kadar hissedebiliyorsunuz. Maşa’nın
hikayesi diğerlerine nazaran daha insani, daha normal gelmiştir hep.
Karşılıksız
aşkın acısıyla baş edemez ama canına kıymayı düşünmez. Bunu yapamamasından
kaynaklı değil. Hangimiz belki mutlu olurum umuduyla yeni bir hayata yelken
açarak, sevmediği biriyle beraber olarak her gün ruhunu öldürmeyi seçer? İşte
Gonca Vuslateri Maşa’nın bu hissiyatını, seçimini mizahi bir şekilde
yorumlamış. Farklı bir tattı oyunda onun performansı.
Martı’nın tüm karakterlerinde herkes az çok
bulur kendini. Herkesin tutunduğu bir hayal, bir arzu, bir istek vardır çünkü…
Ben kendimi hep Treplev ile özdeşleştirmişimdir. Onda bulmuşumdur kendimi.
Hayallerine ulaşmaya çalışan tutkusundan ve tutkusunu kattığı yazarlık aşkından
dolayı.
Değinmek
istediğim son isim ki her işini beğeni ile takip ettiğim genç jenerasyonun
parlayan yıldızı Boran Kuzum. Onun marifetidir benim yine ve yine Treplev’de
kendimi bulmam.
Zihnimdeki kelimelerle değil, Boran Kuzum’un kararında
ve yalın oyunculuğu ile hissettim. Treplev’in o sevgiye açlığını, Nina’dan aşk
dilenirken çaresizliğini, onu intihara sürükleyen buhranını öyle usul öyle
kanatmadan oynadı ki boğazım düğümlendi. Buruk bir acı kapladı içimi.
Mezuniyetinden sonra ilk oyununda böyle
önemli bir karaktere üflediği ruha mı hayran kalsam yoksa ilk kez profesyonel
olarak sahnede olmasına rağmen gösterdiği performansın asla ilk gibi
durmadığına mı hayran kalsam bilemedim.
Şu an bile perşembe akşamları seyrettiğim
Leon’u canlandıran kişi ile sahnede izlediğim Treplev’i aynı kişinin
canlandırdığına inanamıyor gibiyim. Boran Kuzum, Treplev’in ruhunu üzerine bir
ceket gibi giymiş kendinden ve Leon’dan sıyrılmıştı.
Bizlere; yolun daha bu kadar başındayken bu
denli başarılı olmasını tebrik etmek, heyecan ve büyük bir merakla yapacağı
diğer işleri beklemek düşer.
Oyunda en beğendiğim sahne Arkadina’nın
Treplev’in sargısını değiştirdiği sahneydi. Anne-oğul arasındaki ilişkinin
aslında tam bir çekişme olduğunu gösteren, aralarındaki çatışmanın başarılı bir
şekilde aktarıldığı bir sahneydi.
Tilbe Saran ve Boran Kuzum karşılık olarak
döktürmesinden ziyade Boran Kuzum’un Tilbe Saran gibi bir duayen karşısında
ezilmeden oynamasına şapka çıkarmak lazım.
Oyunda dikkatimi çeken bir diğer nokta tek bir karakter üzerinden ilerlemeyişi oldu. Tüm karakterlerin hikayesine eşit
düzeylerde değinilmiş olması oyunu ve karakterleri izleyicinin gözünde daha
anlaşılır kılıyor.
Yüzyıllar geçiyor, zaman
değişiyor, teknoloji ilerliyor ama biz insanlar olduğumuz yerde sayıyoruz.
İletişimsizliğimizle gelişiyoruz esasen. 1896 yılında yazılan Martı’nın
hissettirdikleri 2017 yılında işte bu yüzden hissediliyor, geçerliliğini
koruyor. 2017 yılına bu yüzden ayak uydurabiliyor ve sanatın evrenselliğini en
yalın haliyle gösteriyor.
Bir
sonuca bağlamam gerekirse Pürtelaş Martı’sı gerçek temaya sadık kalan başarılı
bir uyarlamaydı. Serdar Biliş işte bu dokuyla
yansıtmış, bu şekliyle yorumlamış oyunu. Ana ruhu korumuş, sadece kabuğunu
şekillendirmiş.
Birbirini anlamaktan aciz bu insanların
çatışmalarını, kendi bataklarına hapsolmuşluklarını, gerçekleştiremedikleri
umutlarını günümüzün tuzuyla harmanlayarak, farklı bir boyut kazandırmış.
Tiyatroyu seven, tiyatroya aç Anadolu
seyircilerinden yalnızca bir tanesiyim ve Martı’yı çok beğendim. Darısı benim
gibi izlemek isteyen ama bu fırsatı yakalayamayan diğer Anadolu izleyicilerinin
başına…
Çehov ruhunu koruyan gözleri parlayan
Pürtelaş Ekibi, alkışınız bol olsun.
Sevgilerle…