Marti Noxon: To the Bone'un senaryosunu kendi hayat hikayemden esinlenerek yazdım

Marti Noxon: To the Bone'un senaryosunu kendi hayat hikayemden esinlenerek yazdım
Kim derdi ki üşenmeyip, iki üç gün sonra “İnternete düşecek” ve ana gösterim mecrası dijital platform olacak bir filmi sinemada izlemeye gideceğiz. Kır dizini, çıktığında evde izle, değil mi? Film sektörünün geleceği de bu dostlar; dijital mecralar tarafından satın alınan çoğu filmin sinema tecrübesi, katıldığı festivallerle sınırlı kalıyor. Geçtiğimiz Mayıs ayında, sinemalarda gösterilmesi planlanmayan bir film Cannes Film Festivali’nde yer aldı. Hatırlarsanız, jüri üyesi Pedro Almodovar “Tehlikenin farkında mısınız?” tadında bir çıkış yapmıştı da Will Smith sonuna kadar Netflix’i savunmuştu. Tabii ki, iki tarafın da artıları eksileri tartışılır. Muhtemelen sinemada çok iş yapmayacak bir filmin, iyi bir pazarlama politikasıyla dijital mecrada çok daha fazla insan tarafından izlenmesi olası. Hem de pijamaları bile çıkarmadan.

Bu filmlerden biri de, 14 Temmuz’da Netflix’te “gösterime girecek” olan To the Bone, Türkçe ismiyle Kemiklerine Kadar. Lily Collins’in başrolünde yer aldığı film, anoreksik bir kızın hikayesini anlatıyor. Filmin Yazarlar Sendikası’nda yapılan gösteriminde öğreniyoruz ki, yazar yönetmen Marti Noxon, senaryoyu kendi hayat hikayesinden esinlenerek yazmış! Lily Collins’in yanında, Keanu Reeves ve Lili Taylor gibi tecrübeli oyuncuların da yer aldığı “To the Bone”u, şahsen Netflix’in özel yapımlarından biri sanmıştım ama yine söyleşide öğrendiğimize göre Netflix, bir süre festivallerde dolanıp dağıtımcı arayan filmin gösterim haklarını sonradan satın almış.



Filmin yazar yönetmeni Marti Noxon, sektördekilerin yakından tanıdığı bir isim zira yıllarca “Buffy the Vampire Slayer” dizisinin yazarlığı yapmasının yanında, “Mad Men”, “Grey’s Anatomy”, “Glee” gibi dizilerde de konuk yazar olarak bir iki bölüm yazmışlığı var. Senaryoyu dört sene önce bitiren Noxon,  filmi çekmeye karar verdiğinde, eski yapımcı arkadaşlarından destek aldığını, hatta Keanu Reeves’i bile bu sayede ikna ettiğini söylüyor.

“Keanu Reeves’in canlandırdığı doktor karakteri, aslında yan rollerden biri ve senaryoyu okuyan bütün yapımcılar, asla istediğim gibi birini bulamayacağımı çünkü rolün çok küçük olduğunu söylediler. Lily Collins’in başrolü oynayacağı kesinleştiğinde çekimlere beş hafta kalmıştı. Şansımıza, yapımcılarımızdan biri, Keanu’nun üvey kardeşiydi ama birbirlerini kayırdıkları düşünülmesin diye bu projeden ona bahsetmemişti. Çekim zamanı yaklaştıkça ne kadar panik olduğumuzu gören yapımcı, sonunda senaryoyu Keanu’ya gönderdi, o da hikayeye inandığı için anında filme dahil oldu.”

Bu noktada, Keanu Reeves’in yan rolde yer almaktan ziyade, arada bir kafasını kameranın önüne uzatmak suretiyle filme dahil olduğunu söyleyebiliriz çünkü doktor karakteri bayağı etkisiz eleman konumunda; ne filme bir katkısı var, ne de oyuncunun bu rolde bir karizması! Keanu resmen, tanıdık kontenjanından harcanmış. Belli ki bunu tek düşünen ben değilim, zira Noxon’un belirttiğine göre, gerçek hayattaki doktoru da filmde karakterinin yansıtılma şeklini ve etkisiz elemanlığını pek sevmemiş.

Hikayenin, gençliğinde başına gelenleri neredeyse birebir yansıttığını söyleyen yazar, “Marta” olan ismini de tıpkı filmde olduğu gibi, doktorunun tavsiyesiyle “Marti”ye çevirmiş. Bütün gençliği boyunca anoreksi ve blumia ile baş eden Noxon, kemikleri sayılacak kadar zayıflamış, farklı tedavileri reddetmiş, iş yerinde kaplara istifra edip, bunları çekmecelerde saklamış ama sonunda öleceğini fark ederek, filmde gösterilen rehabilitasyon merkezindeki tedaviye katılmış. Yeme bozukluğunu atlattıktan sonra, ilerleyen yaşlarda da alkolik olan yazar, hayatı boyunca bazı duyguları hissetmekten uzaklaşabilmek için sürekli farklı bağımlılıkların peşinden koştuğunu söylüyor.

“Bu yaşımda hâlâ nasıl yemek yiyeceğimi öğrenmeye çalışıyorum ve 12 yaşındaki kızıma iyi bir örnek olmak istiyorum. Umarım, kızların belli bir şekilde görünmesini dikte eden kültür biraz olsun değişir.”

Filmde yer almak için bayağı kilo veren Lily Collins de zamanında yeme hastalıklarından çok çekmiş. Zaten sette, annesi, beslenme uzmanı doktor ve Marti Noxon sürekli kendisiyle özel olarak ilgilenmiş.

“İkimiz de kendimizi hâlâ ‘iyileşme evresinde’ olarak tanımlıyoruz. Bir daha o duruma düşmek istemeyiz ama beyninizde olan bazı şeyleri kontrol edemiyorsunuz. Lily, film için biraz kilo verdi ama arkadan gördüğümüz anoreksik vücut onun değil. Çokça efekt ve birazcık makyaj sayesinde Lily’i, açlıktan ölmek üzereymiş gibi göstermeyi başardık.”

Hollywood’da imajın ve yaşın öneminden bahseden Noxon, bizim sektörde yaşlanmaya “önlenebilir bir hastalık” gibi bakıldığını söylüyor.



“Böyle bir kültürün içinde, bu tip bir hastalıktan kurtulmaya çalışırken yaşlanmak da hoş bir duygu değil. Kimse gelip ‘Yaşlanmaya devam et. Harika görünüyorsun.’ demiyor. Bütün reklamlar, ürünler, yaşlanmayı durdurmak üzerine. Yaşlanmayı durdurmanız mümkün değil! Belki ölürseniz durdurabilirsiniz, o ayrı. Bütün bu hastalıkların, bağımlılıkların ardında, bazı duyguları bastırma amacı olduğunu çok geç keşfettim.”

Marti Noxon, hayatla, bağımlılıklarıyla, kendiyle dalga geçmeyi seven bir kadın. Yeme bozukluklarını, alkolizmini o kadar dürüstçe anlatıyor ki, sahneye fırlayıp sarılasınız geliyor. Hayatı boyunca şu ya da bu sebepten birçok kez rehabilitasyona girdiğini söyleyen Noxon, filmdeki Luke karakterine istinaden, rehabilitasyon merkezlerinde her zaman aşk ilişkileri yaşandığını da söylemeden geçemiyor. Gerçek hayatta aralarında bir şey olmamış, o ayrı. Neden bahsettiğimi anlamak için filmi izlemeniz gerek.

Filmde en sevdiği sahnelerden söz açıldığında, Noxon, anne kızın duygusal bağ kurduğu bir andan bahsediyor ki bu sahne, bugüne kadar izlediğim en tuhaf sahnelerden biri olabilir: Anne, yetişkin ama bir lokma kalmış kızını kucağına alıp biberonla besliyor. Tuhaflığı, sahnenin olağanüstü bir şekilde çekilmesinden değil, performasların ve durumun garipliğinden kaynaklanıyor. Bunun da birebir gerçek hayatta yaşandığını, hatta annesiyle bu anı sık sık yad ettiklerini söyleyen Noxon, çekimler boyunca minimal kamera hareketleri kullandıklarını ama bu sahnede, “crane” yardımıyla daha etkili bir kare elde ettiklerini anlatıyor.

“Filmde en sevdiğim sahne kesinlikle bu. Çekimler sırasında, Lili Taylor ve Lily Collins’ten sahneyi içlerinden geldiği gibi oynamalarını istedim ve ortaya bu tuhaf, duygusal sahne çıktı. Çekimler sırasında ekipten çıt çıkmıyordu çünkü herkes oyuncuların performanslarından çok etkilenmişti. Ortaya çıkan sonuçtan çok memnunum.”

Konuklardan biri söyleşinin sonuna doğru sahneye bağırıyor: Şu anda kaç kilosun? Tabii ki kahkahalar, kahkahalar. Marti Noxon, kendisini 500 kilo gibi hissettiğini söylüyor; sanırım anoreksik kafa yapısı, insan kaç yaşına gelirse gelsin değişmiyor.
Filmin, prodüksiyon açısından en etkileyici yanlarından biri, Los Angeles’da bulunan LACMA müzesinde yer alan ve aylarca bilet bulunamayan ünlü “Rain Room”da geçen sahneydi.

 “Karakterlerin hoş bir yerde dans edeceği bir sahne hayal ediyordum. Yapımcılarımızdan biri onları ikna etmeyi başardı ve hayal bile edemediğimiz bir şekilde, müzede çekim yapabildik. Tabii ben o kadar heyecanlandım ki, odada ayağım takıldı, arka duvara çarptım ve dişim çatladı. Meğer Rain Room pek de büyük değilmiş.”

Söyleşinin sonunda, yeni projelerinden bahseden Marti Noxon, önümüzdeki günlerde, Amerika’da silahlanmayla ilgili bir senaryo yazacağını çünkü bu konuyu son derece önemsediğini söylüyor. To the Bone filmini, 14 Temmuz’da tüm dünyada aynı anda Netflix’ten izleyebilirsiniz. 



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER