Orange
is the New Black’in yaratıcısı Jenji Kohan yine iddialı bir yapımla Netflıx’e
dönüyor. 80'li yıllarda yayınlanan GLOW: Gorgeous Ladies of Wrestling programından
esinlenerek yaratılan GLOW dizisi ekranlarınıza Amerikan kadın güreşini ve 80’lerin
ışıltısını yeniden getiriyor.
23
Haziran’da Netflix’te ekrana gelecek dizinin basrollerini
Alison Brie, Betty Gilpin, Sydelle Noel ve Marc Maron paylaşıyor. Yapımcıları
arasında Jenji Kohan’ın da olduğu dizinin yaratıcısı Liz Flahive ve Carly
Mensch.
Dizinin
konusundan kısaca bahsedersek:
Ruth (Alison Brie), işsiz, kirasını bile ödemekte
zorlanan bir aktristtir. Başarısız birkaç rol seçmesinden sonra gelen telefonla Ruth kendini Amerikan güreşi ringinde
bulur. Bu Amerikan Güreşi TV şovu belki de onun kariyeri için son şanstır. GLOW
ringinde -kendisi gibi hayatına yeni bir yön vermeye çalışan kadınlarla
birlikte yaşayacak ve güreşecektir.
Ruth’un
en yakın arkadaşı ise alımlı, eski-pembe dizi yıldızı ama şimdi bir ev hanımı
olan Debbie’dir (Betty Gilpin) Ruth’la aralarında geçen olay, onun da hayatını
değiştirecek ve onu GLOW ringinin yıldızı haline getirecektir.
Sam
(Marc Maron) ise çokça düşük bütçeli film çekmiş ama rüya projesini
gerçekleştirmek için GLOW Tv showunun yönetmenliğine evet demiş, özel hayatında
sorunlu bir yönetmendir. Mike’in kafasındaki GLOW, Ruth ve Debbie’yi ringde
gördüğünde gerçeğe dönüşür.
Diziyi
irdelemeden önce, GLOW dizisinin esinlendiği Gorgeous Ladies of Wrestling TV
Show'una kısa bir bölüm ayırmakta yarar var. 1986-1989 yılları arasında
yayınlanan Amerikan Kadın Güreşi showu GLOW, her türlü klişeyi ekranlara
yansıtan karakter tiplemeleriyle bize Reagan Amerikası’nın sosyo-ekonomik bir
kesitini sunuyor. Big Bad Mama, Hollywood, Little Egypt, Americana, Amy The
Farmer’s Daughter gibi karakterlerin hem ringde kıyasıya mücadele edip, maçlar
arasında hiphop ve ürün tanıtımı yaptıkları Tv showu, popüler kültürün olmazsa
olmazı reality showların ilk işaret fişeklerinden biri. Zamanında reytingleri
altüst etmiş ve Amerikan Kadın Güreşi'nin popülerleşmesini sağlamış olan GLOW
gerçekten bütün beklentileri altüst ediyor. 80'li yıllarda Amerikan güreşi gibi
erkek egemen bir alanda, kadın güreşçilerin bu tür bir ticari başarı yakalaması
başlı başına bir başarı hikayesi.
Böyle
bir altın madeni üzerine kurulan GLOW dizisi usta hikaye anlatıcısı Jenji
Kohen’in desteğini de alarak bize Amerikan kadın güreşini sevdirmeye talip.
Yaşamları bir depoda kurulan ring ve motel arasında geçen 13 kadın, tüm
önyargıları ve finansal engelleri aşarak, bu şova kendilerini adıyorlar.
GLOW,
gerek karakter stilleri gerek soundtrack, gerek prodüksiyon dizaynı bakımından
80’leri yeniden yaratmakta gayet başarılı. Benim gibi 80'ler ve 90'lar müziği
hayranıysanız, bölümlerde çalan şarkılara yüksek sesle eşlik etmeniz çok
normal. E tabii, 80'ler deyince ilk akla gelen aerobic taytlarını anmadan olmaz,
bolca arz-ı endam ediyorlar. Yine de
GLOW dizisinde abartı ışıltı ve parıltıdan kaçınarak, en küçük detaylar bile
düşünülerek gerçekçi bir ortam yaratılmaya çalışılmış. Dolayısıyla
sosyo-politik bağlamından koparılmış, peri masalı bir dönem yerine, her türlü
karşıtlığı içinde barındıran bir 80'ler setiyle karşılaşıyoruz. Ana karakter
Ruth abartılı saç modeli ve pastel renklerden uzak, gereksiz role girmeleriyle
sinir bozucu bir kadını oynarken, en yakın arkadaşı Debbie ise sarışın, çekici,
ideal bir Amerikan kadınını temsil ediyor. Aynı şekilde dizide kullanılan
mekanlar da şaşaadan uzak.
GLOW
dizisi asıl gücünü Orange iş The New Black gibi ‘’ensemble’’ bir kadrodan
alıyor. Dizinin ana hikayesinin taşıyıcısı Ruth ve Debbie arasındaki “şahsi
husumet” olsa da, Junk Chain (Sydelle Noel), Beirut(Sunita Mani), Welfare Queen
(Kia Stevens) -favorim-, Fortune Cookie (Ellen Wong) Maçhu Piccu (Britney
Young), Brittanica (Kate Nash) gibi
karakterler diziyi ilginç ve eğlenceli kılan unsurlar. Diziyi izlerken keşke bu
karakterlere daha fazla odaklanılsaydı diye düşünmekten kendimi alamadım.
Dizide tek ısınamadığım ve anlamadığım karakter, Sheila the She-wolf karakteri
oldu. Dizinin anti-kahramanı Ruth, Zoya the Destroyer, şeytani Sovyetler
Birligi askeri, Debbie ise özgür dünyanın savaşçısı Miss America rolüne tam
oturuyorlar.
Dizideki
stereotipler seyircilerin en arkaik duygularına hitap ediyor, dünyanın 80'lerden
beri hiçbir şekilde değişmediğine inanıyorsunuz. Soğuk Savaş'ın bütün
klişeleri şu an günümüzde de geçerliliğini koruyor. Ne yönetmen Sam ne de diğer
kadınların hoşlanmadığı Ruth’un o zamanki tüm kötülüklerin anası Sovyetler
Birliği askeri olup, sarışın ve güzel Debbie’nin Amerika’nın savunucusunu
canlandırmasının yanında, Tıp okulunda okuyan Hindistan asıllı Amerikalı Beirut
karakteri “Arap teröristi”, oğlu Stanford'da okuyan Welfare Queen ise sosyal
devleti sömüren siyahi kadın rolünü canlandırıyor. Bu gibi abartılı karakter
tiplemeleriyle, GLOW bize stereotiplerin ne kadar güncel ama bir o kadar da
aptalca olduğunu hatırlatıyor.
Fakat,
GLOWun belki de en büyük eksikliği, bu karakterleri yüzeysel işliyor olması.
Dizi son bölüme o kadar odaklanmış ki ana karakterler -Ruth, Sam, Debbie- dışındakilerin hikayeleri geri plana atılmış. Ruth ve Debbie dışındaki diğer
karakterleri pembe GLOW ringine getiren süreçlere çok az değiniliyor. Kohan’ın
yarattığı Orange is the New Black’in en büyük başarılarından biri,
hapishanedeki kadınların her birinin hikayelerine ayrı ayrı önem vermesi ve
grupların birbirleriyle ilişki kurarken ortaya çıkan ırksal ve sınıfsal
sorunları çok iyi yansıtmasıydı. GLOW'da ise son bölüm hariç, bunu göremediğimi
belirteyim.
Diziye
alışmak zaman alıyor ancak son bölümlere doğru, özellikle karakterleri ringde
gördüğünüzde sabrınızın mükafatını alıyorsunuz. Son bölümde ringde geçen
sahneler, - herkesin karakterinin en klişe hallerini yansıttığı anlar- son
zamanlarda izlediğim en eğlenceli ve komik sahnelerdendi. Karakter anonsları,
kıyafetler, karakterlerin seyircilerle etkileşimi, kısacası her şeyine
bayıldım. Herhalde en çok beğendiğim bölümün son bölüm olması çok da sürpriz
değil.
Oyunculuklardan
bahsetmeden de geçmeyelim. Alison Brie, Betty Gilpin başta olmak üzere her
aktör rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Marc Maron’u Sam rolünde ayrıca çok
başarılı bulduğumu belirtmeliyim. Ayrıca Kia Stevens (Welfare Queen)ve Sydelle
Noel (Junk Chain) dışındaki hiçbir aktristin geçmişte dövüş deneyimi olmadığını
hatırlatalım. Buna rağmen fiziksel direncin yoğun olduğu bu rollerde herkes çok
başarılı.
Sonuç
olarak, 80'lerde politik alanı işgal eden Sovyetler, Komünizm gibi düşmanları
vücuda getiren ''Kötü Kızlar'' ile ideal Amerikan değerlerini temsil eden ''İyi
Kızlar’ın'' mücadelesini ele alan komedi-drama GLOW’un seyir zevki yüksek.
Dizinin
karakterleri ve konusu o kadar ilgi çekici ki, diğer karakterlerin biraz daha
öne çıkarılmasıyla beraber OITNB'le yarışacak seviyeye çok rahat gelebilir,
ancak şu anda karakterlerin biraz yüzeysel ele alındığını düşünüyorum. Dizi,
umarım Amerikan kadın güreşinin o show kısmının, o ışıkların geri planında
kadınların yaşadığı fiziksel ve ruhsal sorunlara biraz daha eğilir. Hayatları
motel ve ring arasında geçen bu kadınların birbirleriyle olan ilişkileri veya
Beirut, Fortune Cookie gibi ‘’kötü” karakterlerin seyirciyle kurduğu ikircikli
ilişkinin etkileri gibi konular işlenirse ortaya çok da derinlikli bir dizi
çıkabilir. Potansiyeli bu kadar çok olan bir dizininin umarım ikinci sezonu olur ve
biz de Orange is the New Black gibi çeşitli kadınlık deneyimlerini odağa alan
bir diziye daha kavuşuruz.