Hilal ise mutluydu.
Bilmiyordu Leon’un ne halde olduğunu, bilmiyordu ölüme koştuğunu. Bir kez daha
seslendi Halit İkbal kimliği ile, bu kez dost olarak, bu kez sevda olarak
çağırdı. Ancak Teğmen öyle derin bir acıyla boğuşuyordu ki, sevdiğini, uğruna
vatan haini olduğu sevdiğini dahi son kez görmeden, yazdığı satırları son kez
okumadan hayata veda etmek istemesine neden olacak kadar yıkılmış haldeydi. Sebebiydi
nitekim, bu ihanetin sebebi hem evveli hem ahiri olan, hem batını hem zahiri
olan bu sevdaydı, Hilal'di. O da yoktu ama, beklediği gelmemişti bir türlü
bunca zaman. Birlikte yaşayıp ölecekleri bir vatan vadetmemişti. O yazı da içi
gibi yanıp kül oldu. İçinde ne var ne yoksa hepsini yaktı o yazıyla birlikte.
Artık sığınacak kimsesi, hiçbir şeyi kalmamıştı Tanrı'dan başka. Bu duygu alıp
onu götürdü kıyısına yaşamın, vicdanın süzgecine takılıp kalmış çaresiz bir
haykırış olup deldi geçti ciğerini. Kişi en çok kendi bilirmiş ya neye mal
olacağını yaptığının, ancak ölümle temizlenir sandı elleri. Ruhu hâlihazırda
paramparçayken, ne gerek vardı ki yekpare bir vücuda? Ancak ölüm kurtarır
sanıyordu onu bu azaptan, daha önce hiç tatmadığı, daha önce hiç kıyısına dahi
varmadığı bu vatan haini olmanın verdiği azaptan. Önce kafasına dayadı silahı,
sonra durdu ve kalbini koydu namlunun ucuna. Öyle ya onu vuran sevda olmuştu.
Kalbine oturup tüm benliğini ele geçiren ve bir vatan haini olmasına neden olan
sevda. Öldürdüğü sadece bu biçare vücut değil, o yüreğindeki sevda da
olacaktı, en çok o olacaktı aslında ölen. Ancak bir çığlık böldü merasimini ve
aldı ölümün elinden onu. "Napıyorsun sen?" dedi korkuyla. Daha çok
yakın bir zamanda yüzleşmişti onu kaybetme korkusuyla. "Siz beni ölümün
elinden almıştınız, şimdi sıra bende." dedi.
Oysa Leon'un
başka çaresi yoktu, bir hain olarak yaşayamazdı kendi deyimiyle, zira Hilal ne
kadar vatanseverse Leon da bir kadar öyleydi aslında. "Git!" dedi,
böyle çaresiz, böyle bitmiş bir şekilde hatırlanmak istemiyordu. Hilal'di bu ama,
zamanında bir Yunan askerini kaçırmak için her şeyi yapan
Hilal, şimdi onu bırakır mıydı öyle, bir başına, ölüme terk eder miydi hiç? "Nolur
bunu bana yapmayın." derken "Beni sizsiz bırakmayın." diyordu
aslında, daha kavuşamamışlardı, doya doya sarılamamışlardı, sükûnet içinde
sohbet dahi edememişlerdi. Çok erkendi ölmek için, henüz çok erkendi. Ne
vicdanı, ne insanlığı ne de sevdası izin verirdi ölmesine.
"Oysa beni
en çok senin anlaman lazım." dedi kırık dökük Leon, yanağından usulca
toprağa düşen gözyaşları eşliğinde. En çok o benziyordu çünkü ona, vatanı için
gözünü kırpmadan boynuna geçirilen urgana razı gelen isyankâr kız, en çok o
bilirdi vatana ihanetin ne denli can yakar olduğunu, o anlardı başka hiçbir
yolun bu ızdıraptan kurtaramayacağını. Ancak Hilal bunun bir ihanet olduğunu
düşünmüyordu, zulme savaş açtığını sanıyordu Teğmen'in, ona göre vicdanlı ve
erdemli davranmıştı. Kendisi için yapmış olabileceğinden çok buna sevinmişti,
haklı davalarına inanmış olmasına, artık onun yanında duruyor olmasına. O
yüzden yüzünde bambaşka bir ifade dalgalandı "Senin uğruna görmezden
geldiğim o silahlar var ya..." dediğinde Leon, ondan sonra aydınlandı daha
da. Ne kadar çok sevdiğini gördü bir kez daha.
Gözyaşı ıslak imzasıdır acının ve sadece bir şeklidir dışavurumunun, içinde
kopan fırtınalardan kıyıya vuran birkaç dalgadır sadece. Fırtınanın içinde
alabora olan yüreğini görmez dışardan bakan, sadece kıyıya vuran dalgayı görür.
İlk kez belki de içerden baktı Hilal, ne kadar büyük olduğunu gördü bu
sevdanın, uğruna neler yaptırabildiğini, ne acılar çektirdiğini gördü. Vatan
onun için bu kadar değerliyken, kendini onun yerine koydu da birlikte ödeyelim
o zaman bedelini dedi. Savaşa da, aşka da, ölüme de birlikte varım dedi. Gözyaşları
omuzlarına aktı bu kez iki sevdalının ve sarılmak
diye bir şey vardı, sevişmekten çok öte.
* Louis Aragon, Bir Büyük Sır Söyleyeceğim Sana