Vatanım Sensin: Ele avuca sığmazdı deli gönlüm

Vatanım Sensin: Ele avuca sığmazdı deli gönlüm
Zincirleri yüreğimin artık sende…*
Geçen hafta temposunu düşüren biricik dizimiz Vatanım Sensin, bu hafta şaha kalktı resmen! Yiğidi öldür hakkını yeme demişler; hem kafalara takılan ilişki geometrisi (!) hem de “Hani milli mücadele?” sorusuna yanıtlar geldi bu hafta 23. bölümle. Bence artık seyirci açısından sıkıntılar hafifledi. Her ne kadar hikâyemiz savaş zamanında, işgal zamanında geçse de, orada da hayatlar akıyordu ve biz de bu hayatları izlemeye devam ediyorduk.
 
Geçen bölüm yüreklerimizi dağlayan Cevdet Binbaşı’nın Azize Hemşire ve Miralay Tevfik’in nikâhına koşmasıyla başladık yine bu bölüm. Halit Ergenç her bölümde daha da büyüyor, büyüyor ve ekrandan taşıyor. Tiyatroda iki hafta evvel Onur Ünsal’ı bir daha izlerken sahnede (Çünkü kendisini birkaç kez izledim.) aklıma şu gelmişti: Onur Ünsal değildi sahnedeki, Hamlet’ti. O sahnedeki genç adam artık Onur olmaktan çıkmıştı ve karşımızda tüm konuşmaları ve hareketleriyle Hamlet duruyordu! İşte Halit Ergenç de ekranda böyleydi… Bu nedenle her “of” çekişinde içim dağlanıyor, perişan oluyorum. Adamın sıkıntısı benim oluyor, adeta o olayları ben yaşıyorum. Televizyon dizilerinde nitelikli oyunculuğun bizlerde yarattığı sorun da bu: RPG gibi oyunun içine dalar misali dizinin içine dalıyor ve gerçek hayata dönmekte sıkıntı çekiyorsunuz…
 
Senden daha acı bir hasret bulunmaz…*
 
Ekranda bir anda devleşen Halit Ergenç’in yanı sıra bize yansıttığı sosyopat Miralay Tevfik karakteriyle sevgili Onur Saylak’ı da unutmamak gerek elbette. Karakterini, yani bir sosyopat, bir vatan haini olmasına rağmen kabullenebiliyorsak bunda Onur Saylak’ın büyük oranda parmağı vardır. Bu nedenle bölümde Tevfik’in Azize’ye açılması sayesinde aslında uzun zamandır beklediğimiz ve bu nedenle de Tevfik’in esas yüzünü görmemize (Ya da Azize’nin görmesine) yol açan bir sahneyi izlemiş olduk. Cevdet “Pişman olacaksın Azize” derken neler kastediyordu, Azize’nin artık anladığına şahit olduk. Aileyi kurtarmak, onları kollamak için değil, sadece Azize’yi istediği için, yıllardır onu beklediği, aslında kim bilir, belki de kokusunu içine çekmek tenine değmek istediği için… Onunla olmak istediğini anladı Azize. Şu anda bebek nedeniyle belki aynı odada değiller, ama Azize’nin unutmaması gereken, Tevfik artık kendisini ona inceden inceye kabul ettirmek, aşkını kabul ettirmek için elinden gelen tüm manevraları sergileyecek. Bu daha başlangıçtı sevgili Binbaşı Cevdet’in sevgili ailesi. Siz bayağı pişman olacaksınız görünüşe göre…
 
Bir deli rüzgâr savurdu beni böyle…*
 
Aklıma uzunca zamandır takılan bir diğer soru için ise minik bir girizgâh yapıldı bu bölümde: Nedir bu Yıldız ve Ali Kemal arasında olan bitenler? Bu arada minik bir parantez açmak istiyorum: Taylan Biraderler ve Burak Kanbir; sinematografik çekimlerinize hayranım. Her sahnede, renk kullanımınız olsun, aşağıdan çekim, farklı açılardan çekim olsun, hepsine hayranım. Ama gece çekim yapamadığınız için gündüz çekim yapıp aşırı bir koyu filigran kullanmanız cidden göz yoruyor. Örneğin bu kısım için bir ekran görüntüsü alamadım kanalın web sitesinden. Sahnenin hangisi olduğunu biliyorsunuz ama: Yıldız’ın konaktan koşarak Kordelya’ya gidişi. (Bir minik bilgi daha, üstünde başında öyle bir kıyafetle koşturan Yıldız’ın ilk sığındığı limanın Kordelya olması, buranın konağa yakın olduğunun göstergesi.

Lütfen HiLeoncular “AMA BİZİM HİLAL VE LEON’UN AŞKININ MÜHÜRLENECEĞİ YERE NASIL İLK YILDIZ VE ALİ KEMAL GELİR?” diye kızıp bağırmasınlar. Bakın, bu sahneden bile çıkan malumat var…) Bu sırada kendisini deliler gibi arayan Ali Kemal’in neyse ki en yakın yere bakarak Yıldız’ı bulduğu mekân tabii ki Kordelya olacaktır. Burada bir anlamda ilk yüzleşmelerine şahit oluyoruz: “Mutlu musun Ali Kemal benim mutsuzluğumdan?! Hepinizden nefret ediyorum”. Ve sonrasında gelen bir başka yakıcı cümle: “Anlamıyorsun değil mi? Benim bütün hatalarımın sebebi sensin…”. Bu çok uzun zamandır, yani tam tamına 23 bölümdür beklediğimiz bir ayrıntı. Bakın, uzaktan bakanlara Yıldız ve Ali Kemal’in birbirlerine olan ilgileri, muhabbetleri tiksinç geliyor çünkü iki kardeş olarak görülüyorlar (Mesela diziyi ara ara açan veya benim gibi sonradan başlayan ve ilk bölümleri sonradan izleyenler için şaşırtıcı bir durum bu). Bunun kapatılabilmesinin tek yolu da bu iki karakterin çocukluğunda ne oldu da kardeş olmadıklarını öğrendiler ve birbirlerine böyle ilgi besliyorlar; neden Hilal ağabeyinin ağabeyi olmadığını bilmiyor da ona bu kadar sımsıkı bağlı ama Yıldız ağabeyi ile arasında kan bağı olmadığını bilip böyle davranabiliyor? Bu soruların cevabını halen bekliyoruz. Eğer bu bölümdeki bu minik ayrıntıyla artık girizgâh yaptıysak umuyorum ki devamı da gelecek. Yoksa olay tıpkı Game of Thrones’daki Cersei ve Jaime Lannister ikizlerinin (Ki onlar gerçek ikiz kardeşler) ilişkileri gibi mide bulandırıcı olacak. Lütfen çözüme kavuşsun artık bu muallak durum.
 
Bu mutlu tutsak benim altın kafeste…*
 
Aslına bakarsanız, Léon hem mutlu hem mutlu olamıyor, zira çok sevgili anne ve babası emdiği sütü burnundan getiriyor. Ama Léon’un bu bölümde hem annesine hem de babasına verdiği yanıtlar (Bu arada Yunanca konuşması) hepimizi can-ı gönülden tatmin etti. Tam da kendisinden beklediğimiz gibi ailesine (Ve hatta geçen hafta benim de yazdığım gibi kanlı canlı evlatlarını unutan çok sevgili ailesine) “Abimi kaybettiniz, onun hatırasıyla yaşıyorsunuz. Ama ben kanlı canlı karşınızdayım sizin! Beni de kaybetmek üzeresiniz…” deyiverdi. Geriye kalan biricik oğullarının hayatını bu kadar görmezden gelmek ve sırf siyasi/askeri bir hamle yaparak gönülleri kazanmak uğruna oğullarını sevmediği biriyle evlendirmeyi deneyecek kadar gözleri kör olmuştu. Neyse ki bu vesileyle ilişkilerdeki “çokgen” olayına artık bir son verdik ve senaristlerimize buradan kucak dolusu laleler yolladık (Lale mevsimi gelmişken hazır, en güzeli de bu olur dedim).
 
Dengeler mi değişiyor?
 
Bölümün en kritik anlarından biri de, Charles Hamilton-Miralay Tevfik görüşmesiydi. En başta Hamilton, Tevfik’e “Bana sormadan nasıl Hemşire’yle evlenirsiniz, size zaafınızı belli etmeyin demedim mi?” sorusuna “Benim kişisel mevzuum sizi ilgilendirmez.” diyen Tevfik’e yanıt çarpıcıydı: Bir casusun aşk/meşk ilişkileri ile gönlünü kaptırması askeri anlamda kritik bir durumdur. Bu yüzden James Bond asla gerçek anlamda hiçbir kadına bağlanmaz (Vesper Lynd örneğini saymazsak çoğunda böyledir). Bu yüzdendir ki seyirciler olarak Yüzbaşı Yakup’un da artık bir gönüldaşı olsun diye temenni etsek de biliriz ki adam gönlünü birine kaptırırsa onu koruyabilmek uğruna vatan için yaptıklarında sıkıntıya girecektir. İşte bu yüzden casusların evlilikleri ve aile ilişkileri hep zor durumdadır. Bu arada yamuk çekimi fark ettiniz mi bilmiyorum, izlerken arkadaşım dikkat çekti (Selam olsun buradan Sherlock’cuğuma), Tevfik’in masada bulunduğu taraf daha üstte kalıyor, sanki yukarıdan bakar gibi. Yani, Yunan karargâhında bir hain olduğunu söylediğinde Hamilton’ın yaşadığı rahatsızlık dengelerin değiştiğine işaret ediyor biraz da… Peki, Tevfik sizce neden Binbaşı Cevdet’in içerideki hain olduğunu söylemedi? Ne çıkarı olacak bundan? Neler bekliyor Cevdet ve Tevfik’i, iki eski kan kardeşi, iki can ciğer dostu? Bir kadın yüzünden birbirine düşman olan bu iki adam neler yapacak? Neler yaşayacak?

Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER