Farkında mısınız bilmiyorum, sevgili dizimiz Vatanım Sensin’de gittikçe
tempo ağırlaşıyor, dizi ivmesini, esas olayları, bir ülkenin küllerinden
doğuşunu kaçırıyor.

Bu haftanın en yeteneklisi olarak
Hemşire Azize; yine vatan hainlerine olan sınırsız güveni ile gözleri doldurdu…
Örneğin ben bu hafta iş için şehir dışındaydım ve uçaktan indiğimde dizinin
büyük bir kısmını kaçıracağımı tahmin ediyordum. Ancak öyle olmadı. Allah “yürü
ya kulum” dedi, ben uçaktan taksiye koştum, taksici beni eve yetiştirdi ve
özeti saymazsak toplamda yarım saat kaybettim. Oysa o yarım saat içerisinde
neredeyse mühim diyebileceğimiz hiçbir “şey” olmamıştı.
Yazık değil mi? Gerçekten hiç mi içini dolduramıyorsunuz şu dizinin? Bu
oyuncularla, bu yönetmenle ve bu yapım ekibiyle? İnsanın içinden yazmak
gelmiyor, yorumlamak gelmiyor koca diziyi. Hem de koca 130-140 dakikalık
diziyi? Bakın, geçen hafta dizinin hikayesinin saçma sapan bir şekilde aşk
üçgenine saracağı hususunda izleyenleri şikayet edeceği sırada sosyal medyada
“Yerli Dizi Yersiz Uzun” diye bildiri yayınlandı, bu zamanlamanın tesadüf
olduğunu mu sanıyorsunuz? Açıkçası ben bu hafta da aynı izlenimi edindim. Ama
lütfen, hiç kimse bana yaptığı ve para aldığı işin durumundan şikayet edip o
işin kalitesizleştirilmesini açıklayamaz. Ben eğer yaptığım işi reddedip,
işverenimin önüne kötü bir rapor sunarsam bana bu konuda gerekli yaptırım
uygulanır. Ki ben zaten işimi sevsem de sevmesem de yaptığıma saygı duyan
biriyim. Bu nedenle de senaryo ekibini yaptığı işe saygı duymaya davet
ediyorum…
Mesela bakın kaç bölümdür, hatta sezonun başından beri Azize’nin Tevfik
hakkında, neredeyse hiç şüphelenmeden hep kendisine itimat ettiğini izliyoruz.
Kadını sürekli “akılsız” olmakla yargılıyor birçok kişi. Oysa Azize Hemşire
böyle bir karakter değildi, dizinin daha ilk bölümünde kocasının vurulduğunu
hisseden, altıncı hissi kuvvetli, ailesinden, sevdiğinden ödün vermeyen bir
kadındı. Selanikli Azize ile İzmirli Azize arasında fark yaratalım derken
kadının karakteri darmadağın oldu. Bağıran çağıran çemkiren ve neredeyse hep
aynı konular etrafında bağıran çağıran çemkiren bir kadın oldu. Sürekli
Tevfik’e gidip mızıldanan bir kadın oldu. Bizim tanıdığımız, Yüzbaşı Cevdet’in
karısı olan Azize Hemşire olmaktan gittikçe uzaklaştı, sararıp soldu… Hasibe
Ana’nın bile yüzündeki nur gitti. Selanik’te örgüleri siyah olan kadının
saçları İzmir’de beyazladı amma velakin o tatlı sivri dili daha da sivrildi,
gözümüzün önünde psikolojik olarak eridi gitti kadın.
Halen daha geçen haftaki çekmeceye yerleştirilen vasiyet pusulası nam-ı
diğer “koynuna sokulmayan ve hayat memat meselesi olan o pek mühim pusula”
beynimin kıvrımlarında karıncalanmalara yol açıyor. Resmen Sherlock Holmes olsa
(BBC Sherlock olan), gözleri kanardı ya da Stradivarius kemanını kırardı bu
anlamsızlık karşısında, duvara ateş de edebilirdi çünkü böyle bir saçmaydı bu
sahne.
Yeni bölümün ilk sahnesi de (Evet açtım izledim), ilkokul müsameresinden
farksızdı. Azize’nin Tevfik’e teslim ettiği pusula, Cevdet’in Tevfik’in
makamına oturup kendince ahkam kesmesi, Azize’nin oturmayacağım diye tavır
koyması, vs… Adeta ilkokul çocuklarının ailelerine izlettikleri bir temsil
gibiydi. İçi boş kalan. Halbuki Eşref Paşa ve Cevdet arasındaki sohbetler belki
daha fazla flashback’ler ile anlatılabilirdi. Kimse bu dizide yeteri kadar
Cevdet’in aslında Yunan ordusu içinde taşıdığı mühim görevden yeteri kadar
bahsetmiyor, neler yaptığını, aslında Mustafa Kemal Paşa için ne kadar önemli
görevler ifa ettiğini yeteri kadar anlamıyoruz, hissetmiyoruz ve daha da
önemlisi görmüyoruz! Halit Ergenç olmasa, o duyguları o kadar güzel yansıtmasa
belki de hiç anlamayacağız!

Angela ve Çorlz Hamilton A.Ş.
gururla sunar: İçinizdeki Casus!
Misal, Charles Hamilton’ın saatli bombayı patlatıp ortalığı karıştırmak
dışında henüz çok da ehemmiyetli bir meşgale ile uğraştığını görmedik. Yani
Charles ve Eftelya işbirliğinden çok daha zorlayıcı çok daha başarılı bir
kötülük, bir düşmanlık, bir nifak tohumu hikayesi çıkarılabilir… Bence henüz
potansiyelinin altında kalıyor bu hikaye.
Üstelik bu bölümde yine bakınız koskoca Sivas Kongresi ile ilgili konuşulan
dakikalar toplasanız 10 dakikayı geçmiyor ama Yunan Başkumandanı Vasili kalkıp
Generali Cevdet ile, evlatlarının izdivacını konuşuyor! “Sizde kızın rızası
alınmaz, diye biliyordum.” diyor. Yani, bu nasıl bir içi boş, kısır muhabbet
insanın aklı almıyor.

Bir Veronika Meselesi: Annelik
takıntısı mı yoksa başka bir şey mi…?
Veronika-Dimitri meselesine de iki kelam etmek istiyorum. Bakın bu yine bir
“kadın karakteri ne yapalım da bozalım” olayına dönüşmek üzere. Geçen bölüm
Léon ve Azize’nin konuşmasında da işittiğimiz üzere, Veronika öldüğünü
düşündüğü oğlunun halen yasını tutan bir anne. Azize’nin de dediği gibi, bir
anne yüreğinde böyle şeyler taşıdığında, ölene kadar bu, onun için ağır bir yük
oluyor. Ancak bu kadının bir diğer oğlu daha olduğunu hatırlatmak isterim.
Tabii ki kaybettiği oğlunu düşünmesi, içinde halen bir umut taşıması çok normal
şeyler. Ancak diğer oğluna gösterdiği sevgi, ilgi bazen sanki gözleri farklı
bir sis perdesinin arkasından çocuğuna bakan bir anne olduğunu kanıtlıyor. Bazı
şeyleri anlamak istemiyor. Bazılarını görüyor, yeteri kadar evladı ile
ilgilenemediğinden kaygılanıyor ancak yaptıkları ile olayların üstüne tüy
dikiyor. “Mitera ben Yıldızla evlenmek istemiyorum, bu bahsi kapatalım!” diyen
Léon’a sanki hastalıklı düşünen bir çocuk edasıyla bakıyor, yorgunluğuna
veriyor ve kocasıyla işbirliği yaparak oğluna “tuzak” kuruyor ve bunu da “sürpriz”
olarak sunuyor. Zannedersiniz Vatanım Sensin değil de Damadım Sensin piyesi
ortaya konuyor. Ben Senan Kara’yı bu diziyle tanıdım. Kendisine hayran kalmamak
elde değil. O yüzden katiyen Senan Hanım mahiyetinde söylemiyorum bunları. Amma
velakin Veronika, bir “güçlü kadın” karakteri olmaktan çıkıp, gözleri “bir
umut” ile körelmiş bir kadına dönüşüyor. Kaybettiği birinin arkasından,
gerçekten kanlı canlı ve yanında olan birini harcıyor!
Yazı devam ediyor...