Bu iki genç insan birbirinin yıldızı olurken hayat da onları
sınaya sınaya elekten geçiriyordu. Aşktan havalanıp uçarken birden bozguna
uğruyorlar ve uçurum uçurum dolaşıyorlardı. Ne birbirlerinden gidebiliyorlar ne
de aralarındaki engeller yüzünden birbirlerinde kalabiliyorlardı. Araya giren
ayrılıklara rağmen ne kadar uzak kalırlarsa kalsınlar kalplerinin bağı hiç
kopmuyor, kader ağlarını her ördüğünde, gerek Defne Ömer’i dağ evinde terk
ettiğinde gerek Ömer Defne’yi bankta bırakıp gittiğinde olsun, onlar yine de bir
şekilde birbirlerini buluyorlardı. Ama en sonunda oyun ortaya çıkıyor ve bu
sefer en uzun ve en sancılı ayrılık yaşanıyordu. Bu süreçte ayrılık kadar,
onlardaki evrilme de devam ediyordu ve birbirleri olmadan yaşayamayacaklarını
bir kere daha anlıyorlardı. Aldıkları nefesin nefes olmadığını, yaşayan ölüden
farksız olduklarını, hayatlarına devam etseler de bunun onlar için hayat
olmadığını bir kere daha fark ediyorlardı. Onlar bunları anlayadursunlar kader
de boş durmuyor onlara yeni sürprizler hazırlıyordu. Hiç ummadıkları bir yerde
hiç ummadıkları bir zamanda yine onları bir araya getiriyordu. Çünkü onlar ne
kadar itiraz etseler de, ne kadar inkar etseler de ruhen birbirlerini hep
çağırıyorlardı. Bu yüzden ya aşka teslim olacaklardı ya da hayat boyu eksik
kalacaklardı. Kabul etseler de etmeseler de bu durum kaçınılmazdı.
“Prense aşık olmasına
rağmen sarayı terk ediyor… Üzülerek, yarım kalarak, hatta ardına bırakarak kalbini
gidiyor… Çünkü öyle gerektiğine inanıyor ama umudunu asla yitirmiyor… Her şeye
rağmen umut ediyor… Bir mucize bekliyor ve o mucize gerçekleşiyor… Evet… Prens
onu buluyor… Külkedisi saflığından, iyi yürekliliğinden hiç vazgeçmiyor… İnancını
asla kaybetmiyor… Tam her şey bitti dediğinde mutluluk ve aşk onu yeniden
buluyor…”
Çünkü Defne doğru ayakkabıyı giyen bir külkedisiydi. İçtendi,
samimiydi. Ama kendi asaletini keşfedebilmesi için tüm bu süreçlerden geçmesi,
tüm bu olumsuzların üstesinden gelmesi gerekliydi. Kendini keşfetmeden kendi
yolunu yürümesi mümkün değildi. Kendinden vermeyi iyi bilen bu genç kadın,
kendine gereken önemi vermeyi de öğrenmeliydi. Başkalarını sevdiği gibi kendini
de sevebilmeli, başkalarına güvendiği kadar kendine de güvenebilmeliydi. O
kendini fark etmeden çok önce prens onu fark etmişti. Duygularını her açmak
istediğinde Defne ondan köşe bucak kaçmıştı. Ne onu anlayabiliyordu ne de
olanları kafasında bir yere koyabiliyordu. Ömer hem şaşkındı hem de tutkun.
Tıpkı Defne’nin hem kaçak hem de alabildiğine tutsak olduğu gibi.

Bizim gibisi zor gelir Defne… Sadece ben değil cümle alem
bunu söylüyor, inan bana…
Prensin de kendinden vermeyi öğrenmesi gerekliydi. Sevmeyi
iyi bilen bu adamın sevdiği kadına güvenmeyi öğrenmesi gerekmekteydi.
Doğruluğundan ödün vermeyen bu adam prensiplerini esnetebilmeliydi. Gururunu
terk edip aşkı seçmeliydi. O hep prensti artık kral olma vaktiydi. Bütün bu
yaşananlar ikisinin mucizesiydi. Onların birbirine aile olabilmesi için gereken
evrilmeydi ve ne yaşarlarsa yaşasınlar onlar zaten hep sevgiliydi. Elleri
birbirinden ayrılsa da kalpleri hep birbirindeydi. Aslında onlar birbirinin
aşkından hep emindi. Sadece kalplerinin bildiğini, onlar sonradan fark etmişti.
Bu yüzden de yolları düz olmasa da bi’ şekilde hep kesişmişti.
Şimdi Ömer’in Defnesi Ömer’in Prensesiydi. Bir zamanlar
gizli manken olduğu tasarımlara şimdi yeniden ve açıkça mankenlik yapıyordu.
Hem de bunu Ömer istiyordu. Çünkü bu masal onlarındı ve de onlar da bunu çok
iyi biliyorlardı. Defne kuğu gibi merdivenlerden süzülürken Ömer de hayran
hayran kendi prensesini süzüyordu. Defne zaten doğuştan prensesti ve artık
yerini bulmuştu. Prensin elleriyle yaptığı balkabağı çorbasını severek
içiyordu. Zira korkmuyordu, biliyordu ki saat on ikiyi vursa da araba
balkabağına dönüşmüyordu. Çünkü masal artık gerçek olmuş ve onlar sonsuza kadar
birbirinin olmuştu.
Annesine aşık bir adam şimdi ona benzeyen bir kadınla yuva
kuruyordu ve “Anne görüyorsun değil mi? Artık mutluyum… Çok mutluyum hem de… Sana
söz verdiğim gibi… İçin rahat olsun…” diye konuşuyordu onunla, uçurtma uçuran
kadını aşkla seyrederken. Şimdi annesiyle yaptığı en güzel şeyi sevdiği kadınla
beraber yapıyordu, bir aşık olduğu kadına bir gökyüzüne bakarak ve uçurtmadaki
çocukluğunu mutlulukla hatırlayarak. Hem onun hem de kadının elleri havadaki
uçurtmanın ipiyle birleşiyordu, hem geçmişi yaşıyorlardı birbirleriyle hem de
geleceğe kucak açıyorlardı birlikte. Yıllar sonra, aynı yerde aynı şeyi
çocuklarıyla yapmanın provasını yapıyorlardı aşkla ve coşkuyla.
Yazı devam ediyor..