Bir takım diziler var ki izlerken
çok ağlayacağımı adım gibi bildiğim halde yine de tam da başlama saatlerinde
ekran başına geçmekten kendimi alamıyorum. ‘Of içim daraldı böyle dizi olmaz’, ‘Ay
yok artık valla izleyecek dermanım kalmadı’ diye diye bir sonraki bölümü
bekliyor, hafta boyu içimde birikip şişen ne varsa onları izlerken kahramanlara
üzülüyor süsü vererek gözlerimden doğru dışarı atıyorum. Yanında demlik dolusu çay
olur, bir poşet ekstra tuzlu çekirdek olur, mevsimine göre mandalina elma olur
hepsi kabulüm, yeter ki içimizi dökelim.

Bu dizilerin nazarımdaki en
kıymetli örneklerinden birisi Öyle Bir Geçer Zaman Ki elbette. Özellikle
ilk sezonunda her Salı akşamı küçük Osman’a bakıp böğrümü dövüyordum adeta. Bütün
ailenin dramı yüreğimi kavuruyordu ama ille de Osman, varsa yoksa Osman’dı.
Üvey annesinin evinde gizlice tencereden çorba içmeye (Üvey anne rolündeki
Wilma Elles’in sonradan tencere reklamlarında oynaması tesadüf müdür
bilemiyorum), kendi kadar çantası ile okula gitmeye çalışmasına şahit olurken,
aşırı masum yüzüne bakıp babaannesi ile olan ilişkisini izlerken mütemadiyen
ağlıyordum. En kral terapide bulamayacağım dermanı bulmuştum, ağladıkça
açılıyordum. Çok güzel bir diziydi, hele ilk sezonunda harika bir hikayesi,
şahane bir senaryosu ve izlemeye doyulmayacak oyuncuları vardı ama ne yalan
söyleyeyim ÖBGZK’yı benim için diğer dizilerden ayıran, dizi değil de arkadaş
kategorisine sokan onu izledikçe yumuşama hakkını kendinde bulan kalbimdi.

Bundan yıllar sonra ilk defa bir
dizide daha bu aralıksız ağlatma halini buldum. Tabii aralıksız ağlatma derken
insanı rahatsız eden, trajediyi gözüne gözüne sokan, ‘Bunu izleyecektiysem
haberlerden niye kaçtım?’ dedirten değil, dizideki her bir karaktere ayrı ayrı
hak vermek istediğin, komşundan dinlediğin bir öyküye gözyaşı dökercesine
seyrettiğin bir hikâyeden bahsediyorum. Bu dizi, Ekim ayında Star TV’de
başlayan Anne’den başkası değil. Cansu Dere’nin öğrencisini kaçırıp ona annelik
yapan Zeynep rolüne cuk oturduğu, Beren Gökyıldız’ın dünyanın en güzel Turna’sı
olduğu Anne dizisi. Haftalardır Zeynep ve Turna’nın anne kız olup olmayı
beceremeyeceğini izlerken bir yandan da Turna’nın ‘sevdiğim şeyler’ listesinin
her satırına ayrı, Şule’nin çaresizliğine ayrı, Sakar Teyze’nin o kargaşada
kızına kavuşmaya çalışmasına ayrı ağlıyorum. Ekibin cümlesine bayılıyorum ama
burada da Beren Gökyıldız’ın yeri ayrı. Ona bakarken bütün haftamı temize
çekiyorum sanki öyle masum. Bir yandan her sahneyi diken üstünde ve ‘Ay ay ayyy’
diye izleyecek kadar geriliyor, bir yandan jöle kıvamına gelecek kadar
duygusallaşıyorum, nasıl iyi geliyor anlatamam. Diziye uzun ömürler ve
çocuklara sadece dizilerde ağladıkları bir dünya dilerim tabii. İyi seyirler.