Yaralı Ormanlar Kralı ile Kırık Kanatlı Albertine

“Bir varmış, bir yokmuş... Uzak ülkelerin birinde kuzguni siyah saçlı yakışıklı mı yakışıklı bir kral yaşarmış. Her zaman doğruluk ve adaletten yana olan bu kralı herkesler pek bir severmiş ama korkarlarmış da. Çünkü ailesinin vefatı ve aile içi yaşadığı sorunlarla kral kendini buzlarla çevrili bir şatoya hapsetmiş. Bu onun kendini koruma yöntemiymiş. Sürekli kükrermiş, o kükredikçe insanlar ondan kaçarmış. Buz gibiymiş dışı, ama o duruşunun ardında gizlediği kırılgan mı kırılgan yumuşacık bir kalbi varmış. Bu kalbi kimseciklere kesinlikle göstermek istemezmiş. Hiç beklemediği anda başına gelen bu olayla tüm rüzgarlara karşı tek başına savaşmayı seçmiş. Kurban rolüne bürünmüş bir nevi... Geçmişini bir palto gibi sırtından atmak yerine onunla yaşamayı tercih etmişti. Belki de yalnız kalmanın kendisi için de iyi olduğunu düşünürmüş. Mutluymuş böyle. Mutlu değil de, korunaklı…

Üstelik bir sırrı varmış; bir zamanlar yapılan büyü eğer gerçekten de sevilirse yok olacakmış. Tek ihtiyacı ona aşkla bakacak bir çift göz ve onun için atan bir kalpmiş. İşte o zaman buzlar kırılacak, içerideki o sıcacık kalp tüm ışıltısıyla ortaya çıkacakmış. Ancak bu korkutucu görünümüyle birinin onu sevebilme ihtimaline de pek imkan vermediği bu sırrını kimselerle paylaşmamış. İşte bilmiyormuş her kalbin bir ikizi olduğunu. Herkesi seven bu dünyaca mutlaka bir olduğunu... Ve onun da sıcak kalbini görecek ruh ikizi ülkesinin bilinmeyen bir kasabasında yaşıyormuş. Sadece henüz onun varlığında haberi yokmuş. Ta ki bir gün kader onları bir araya getirene kadar... Her ne kadar insanın nefes almasını engelleyen bir cendere gibi görünse de hayatta başına gelen en güzel şeyleri de beraberinde getiren bir üzücü olay ile...
 
Evet ormanlar kralının şatosundan birkaç kilometre ilerideki kasabaların birinde üç kardeş yaşarmış. Bir zamanlar annesi ve babasından terk edilen üç kardeş... Hayatlarında tek bildikleri sevdiklerinin sırayla onları terk etmeseymiş. Onlar gittikten sonra her insan olmaktan çıkan yapayalnız üç kardeş. Yalnız oldukları için sürekli birbirini kollayan... Ancak aralarından bir tanesi aç gözlüymüş. Kazandığı paraları bir dolandırıcıya kaptırmış ve bunun üzüntüsüyle gece eve dönerken bir ormana varmış. Orman hem karanlık, hem de soğukmuş. Şimşekler çakıyor, rüzgâr yerden karları havalandırıyormuş. Uzaklardan kurtların uluma sesleri geliyormuş. Erkek kardeş nereye gittiğini bilmeden atıyla birlikte karların üzerinde bata çıka saatlerce yol almış, derken borcu olduğu adamlara rastlamış.

Kaçmaya çalışmış ve olmamış. Hiçbir kurtuluş yolu yokmuş. O anda ailenin en fedakar kardeşi Albertine çıkmış ortaya, onu kurtarmaya çalışmış ancak becerememiş. “200.000 TL getir, kardeşini geri verelim” diye bir seçenek sunmuşlar ona... Hayatının en büyük çıkmazlarından birine girmiş Albertine. O parayı bulmayı imkansızmış. Ormanın karanlığından göz yaşları içerisinde eve dönmüş. Dönerken de bir cadıya rastlamış. Onun zor durumda olduğu bilen cadı reddedemeyeceği bir teklif yapmış, aynen evindeki güllerden birini koparan tüccardan gül karşılığında kızlarından birini isteyen Çirkin gibi bu cadı da Albertine’den buzlar kralını kendisine aşık etmesini istemiş. Eğer bu teklifi kabul etmezse kardeşi ölecekmiş. Her zaman dümdüz giden ve dürüstlüğü önem veren genç kız da ailesini kurtarmak için kabul etmiş. Geçen hazırlığın sürecinden bir sabah yakın dostuyla birlikte buzlar kralının şatosuna gelmiş.
 
Bugüne kadar kimseyle doğru düzgün anlaşamayan buzlar kralının şatosuna giren Albertine, evin soğukluğuyla donup kalmış. Ancak yaşadığı tüm acılara rağmen sahip olduğu yaşama gücüyle hemen başlamış hazırlıklarını yapmaya ve görevinin başına geçmiş. Etrafta kimsecikler yokmuş, konsantre olup çalışırken bir anda çok korkutucu bir sesle karşılamış. Karşısındaki sesle göz göze geldiğinde ise olduğu yere mıh gibi çakılmış: Dışı buz gibi olan ormanlar kralı tüm görkemiyle önündeymiş. Şaşkına dönmüş. Kral çok tanıdık geliyormuş ancak duruşundaki o soğukluk onu bir yandan korkutuyormuş. Ancak içinden bir his  “Üzülme, ağabeyinin hayatını kurtarmak için gösterdiğin bu cesaret karşılıksız kalmayacak,” demiş ona. “Belki de bu yaşama alışırım” diye düşünmüş, neşesi yerine gelmiş azıcık. Bahçede dolaşmış, etraf çiçek yetişmesi için çok güzelmiş ancak kralın kendisi gibi bahçesi de kuraklaşmış. Hemen aklına olduğu yere alışmak için bulunduğu yere biraz çiçek ekmek aklına gelmiş.

Evin her yeri kitaplarla doluymuş. Belli ki kral yalnızlığını bu kitaplarla unutuyor ve onların dostluğuna başvuruyormuş. Sonra bir kitap almış eline, üzerinde altın yalnızla, “Sevgili Kraliçem. Her isteğin emirdir benim için,” diye yazıyormuş. “Bana biraz cesaret ver, bu buz gibi görünümlü adamın içine girebileyim, korkularım geçsin.” yüksek sesle...  Bunu der demez kafasını kaldırmış ve yeniden o kuzguni gözlü kralla rastlaşmış: “Seni izlememe izin verir misin Albertine?” diye sormuş. “Buranın sahibi sizsiniz,” demiş o da... “Hayır. Şatom senin emrindedir. İstersen hemen giderim.” demiş kral ve eklemiş: “Yalnız bir şey soracağım. Beni çok mu korkutucu buluyorsun?” Albertine ne diyeceğini bilmemiş önce. Sonra başını kaldırıp krala bakmış. “Bunu söylemek istemezdim, ama doğruyu söylemem gerek. İnatçı ve önyargılısınız. Köşeli yanlarınız var ama yanlış olduğunu bildiğiniz halde vazgeçmek gururunuza dokunuyor. Erkekler işte kibirleri ve gururları yüzünden kendilerini harcarlar.” Sonra da kalkıp gitmeye çalışmış, arkadan “Gitme. Özür dilerim” diye kükreme gelmiş. Kral derin bir iç geçirirken çıkardığı ses, tüm şatoda yankılanmış. Bir anda Albertine, kralın içerisindeki kimsenin görmediği o sıcacık kalbin varlığını hissetmiş ve kalmış.

Her sabah kral, Albertine ile birlikte edeceği kahvaltı için dakikaları geriye saymaya başlamış. Genç kız ise gün geçtikçe krala alışmaya başladığını fark etmiş. Hatta geç kaldığında onu merak bile ediyormuş. “Keşke,” diyormuş, “Bir oyunla başlamasaydı her şey... Keşke bu kadar korkutucu ve dik kafalı olmasa da her şeyi ona anlatabilsem. Çünkü aslında o kadar iyi bir insan ki, tüm bunları hakketmiyor.” Günler, sonra da aylar geçmiş. Genç kız ile kral aşk ile nefretin bir arada yaşandığı anlar yaşayarak zamana karşı savaşmış. Gün gelmiş Albertine oyuna ve tüm korkutuculuğuna rağmen kendini bu aşkın akışına bırakmış, yeri geldiğinde ise kral kükreyip durmuş Albertine’in bu dengesiz hareketlerine. Beraber kitap okumuşlar, yemekler yemişler, dans etmişler... Albertine ağabeyini kurtarmak için hapsolduğu bu şatonun bir anda kraliçesi oluvermiş. İçten içe yaşadığı suçluluk duygusuyla bu aşka teslim olmak istemiyormuş. Ama işte o buz gibi görünümünün ardındaki sıcacık kalp yok mu, o kalp onu hiç durmadan kendisine çekiyormuş. Genç kız bu kalbe tutulmuş. Bildiğin dut gibi aşık olmuş ama ne aşk!

Aklı başından gitmiş kızın, kralı her gördüğünde dizlerinin bağı çözülürmüş. Değil sevmeye, bakmaya bile cesaret edemiyormuş. Üstelik bir yandan ailesini özlüyormuş. Ara sıra kaçmaya çalışmış şatodan ama ne zaman kaçsa şatonun etrafını saran dikenli duvarlara takılıyor ya da korumalar tarafından durduruluyormuş. Bilmiyormuş işte bu şatodan daha doğrusu aşktan kaçışın mümkün olmadığını... Herkes korksa da o artık ormanlar kralından korkmuyormuş. Albertine de kralın içi, ruhu ve aklı olmuş. Tek başına yaşadığı bu şatoda onsuz nefes alması mümkün değilmiş. Albertine bir saniye yanından ayrılsın, hemen huzursuz oluyormuş. Herkes şaşırıyormuş kralın bu haline... Kimseleri sevmeyen kral ilk defa kendini Albertine’e teslim etmiş. Hafif bir korkuyla ve güvensizlikle. Çünkü kral da hissediyormuş, Albertine ile arasında sorunlar yaşamasına neden olan bir engel olduğunu... Önceleri o engelin ne olduğunu öğrenmek istemiş, sonra genç kızın gözlerinde sevgiyi gördükçe vazgeçmiş. Birlikte savrulup gitmişler. Hem sevmişler hem de yaralanmışlar.


Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER