“Bir varmış, bir
yokmuş... Uzak ülkelerin birinde kuzguni siyah saçlı yakışıklı mı yakışıklı bir
kral yaşarmış. Her zaman doğruluk ve adaletten yana olan bu kralı herkesler pek
bir severmiş ama korkarlarmış da. Çünkü ailesinin vefatı ve aile içi yaşadığı
sorunlarla kral kendini buzlarla çevrili bir şatoya hapsetmiş. Bu onun kendini
koruma yöntemiymiş. Sürekli kükrermiş, o kükredikçe insanlar ondan kaçarmış.
Buz gibiymiş dışı, ama o duruşunun ardında gizlediği kırılgan mı kırılgan
yumuşacık bir kalbi varmış. Bu kalbi kimseciklere kesinlikle göstermek
istemezmiş. Hiç beklemediği anda başına gelen bu olayla tüm rüzgarlara karşı
tek başına savaşmayı seçmiş. Kurban rolüne bürünmüş bir nevi... Geçmişini bir
palto gibi sırtından atmak yerine onunla yaşamayı tercih etmişti. Belki de
yalnız kalmanın kendisi için de iyi olduğunu düşünürmüş. Mutluymuş böyle. Mutlu
değil de, korunaklı…
Üstelik bir sırrı varmış; bir zamanlar yapılan büyü eğer
gerçekten de sevilirse yok olacakmış. Tek ihtiyacı ona aşkla bakacak bir çift
göz ve onun için atan bir kalpmiş. İşte o zaman buzlar kırılacak, içerideki o
sıcacık kalp tüm ışıltısıyla ortaya çıkacakmış. Ancak bu korkutucu görünümüyle
birinin onu sevebilme ihtimaline de pek imkan vermediği bu sırrını kimselerle
paylaşmamış. İşte bilmiyormuş her kalbin bir ikizi olduğunu. Herkesi seven bu
dünyaca mutlaka bir olduğunu... Ve onun da sıcak kalbini görecek ruh ikizi
ülkesinin bilinmeyen bir kasabasında yaşıyormuş. Sadece henüz onun varlığında
haberi yokmuş. Ta ki bir gün kader onları bir araya getirene kadar... Her ne
kadar insanın nefes almasını engelleyen bir cendere gibi görünse de hayatta
başına gelen en güzel şeyleri de beraberinde getiren bir üzücü olay ile...
Evet ormanlar kralının
şatosundan birkaç kilometre ilerideki kasabaların birinde üç kardeş yaşarmış.
Bir zamanlar annesi ve babasından terk edilen üç kardeş... Hayatlarında tek
bildikleri sevdiklerinin sırayla onları terk etmeseymiş. Onlar gittikten sonra
her insan olmaktan çıkan yapayalnız üç kardeş. Yalnız oldukları için sürekli
birbirini kollayan... Ancak aralarından bir tanesi aç gözlüymüş. Kazandığı
paraları bir dolandırıcıya kaptırmış ve bunun üzüntüsüyle gece eve dönerken bir
ormana varmış. Orman hem karanlık, hem de soğukmuş. Şimşekler çakıyor, rüzgâr
yerden karları havalandırıyormuş. Uzaklardan kurtların uluma sesleri
geliyormuş. Erkek kardeş nereye gittiğini
bilmeden atıyla birlikte karların üzerinde bata çıka saatlerce yol almış,
derken borcu olduğu adamlara rastlamış.
Kaçmaya çalışmış ve olmamış. Hiçbir
kurtuluş yolu yokmuş. O anda ailenin en fedakar kardeşi Albertine çıkmış
ortaya, onu kurtarmaya çalışmış ancak becerememiş. “200.000 TL getir, kardeşini geri verelim” diye bir seçenek
sunmuşlar ona... Hayatının en büyük çıkmazlarından birine girmiş Albertine. O
parayı bulmayı imkansızmış. Ormanın karanlığından göz yaşları içerisinde eve
dönmüş. Dönerken de bir cadıya rastlamış. Onun zor durumda olduğu bilen cadı
reddedemeyeceği bir teklif yapmış, aynen evindeki güllerden birini koparan
tüccardan gül karşılığında kızlarından birini isteyen Çirkin gibi bu cadı da
Albertine’den buzlar kralını kendisine aşık etmesini istemiş. Eğer bu teklifi
kabul etmezse kardeşi ölecekmiş. Her zaman dümdüz giden ve dürüstlüğü önem
veren genç kız da ailesini kurtarmak için kabul etmiş. Geçen hazırlığın
sürecinden bir sabah yakın dostuyla birlikte buzlar kralının şatosuna gelmiş.
Bugüne kadar kimseyle
doğru düzgün anlaşamayan buzlar kralının şatosuna giren Albertine, evin
soğukluğuyla donup kalmış. Ancak yaşadığı tüm acılara rağmen sahip olduğu
yaşama gücüyle hemen başlamış hazırlıklarını yapmaya ve görevinin başına
geçmiş. Etrafta kimsecikler yokmuş, konsantre olup çalışırken bir anda çok
korkutucu bir sesle karşılamış. Karşısındaki sesle göz göze geldiğinde ise
olduğu yere mıh gibi çakılmış: Dışı buz gibi olan ormanlar kralı tüm görkemiyle
önündeymiş. Şaşkına dönmüş. Kral çok tanıdık geliyormuş ancak duruşundaki o
soğukluk onu bir yandan korkutuyormuş. Ancak içinden bir his “Üzülme, ağabeyinin hayatını
kurtarmak için gösterdiğin bu cesaret karşılıksız kalmayacak,” demiş ona. “Belki de bu yaşama alışırım” diye
düşünmüş, neşesi yerine gelmiş azıcık. Bahçede dolaşmış, etraf çiçek yetişmesi
için çok güzelmiş ancak kralın kendisi gibi bahçesi de kuraklaşmış. Hemen
aklına olduğu yere alışmak için bulunduğu yere biraz çiçek ekmek aklına gelmiş.
Evin her yeri kitaplarla doluymuş. Belli ki kral yalnızlığını bu kitaplarla
unutuyor ve onların dostluğuna başvuruyormuş. Sonra bir kitap almış eline,
üzerinde altın yalnızla, “Sevgili Kraliçem. Her isteğin emirdir benim için,”
diye yazıyormuş. “Bana biraz cesaret ver,
bu buz gibi görünümlü adamın içine girebileyim, korkularım geçsin.” yüksek
sesle... Bunu der demez kafasını
kaldırmış ve yeniden o kuzguni gözlü kralla rastlaşmış: “Seni izlememe izin verir misin Albertine?” diye sormuş. “Buranın sahibi sizsiniz,” demiş o da...
“Hayır. Şatom senin emrindedir. İstersen hemen giderim.” demiş kral ve eklemiş:
“Yalnız bir şey soracağım. Beni çok mu
korkutucu buluyorsun?” Albertine ne diyeceğini bilmemiş önce. Sonra başını
kaldırıp krala bakmış. “Bunu söylemek
istemezdim, ama doğruyu söylemem gerek. İnatçı ve önyargılısınız. Köşeli
yanlarınız var ama yanlış olduğunu bildiğiniz halde vazgeçmek gururunuza
dokunuyor. Erkekler işte kibirleri ve gururları yüzünden kendilerini
harcarlar.” Sonra da kalkıp gitmeye çalışmış, arkadan “Gitme. Özür dilerim” diye kükreme gelmiş. Kral derin bir iç
geçirirken çıkardığı ses, tüm şatoda yankılanmış. Bir anda Albertine, kralın
içerisindeki kimsenin görmediği o sıcacık kalbin varlığını hissetmiş ve kalmış.
Her sabah kral, Albertine
ile birlikte edeceği kahvaltı için dakikaları geriye saymaya başlamış. Genç kız
ise gün geçtikçe krala alışmaya başladığını fark etmiş. Hatta geç kaldığında
onu merak bile ediyormuş. “Keşke,” diyormuş,
“Bir oyunla başlamasaydı her şey... Keşke
bu kadar korkutucu ve dik kafalı olmasa da her şeyi ona anlatabilsem. Çünkü
aslında o kadar iyi bir insan ki, tüm bunları hakketmiyor.” Günler, sonra
da aylar geçmiş. Genç kız ile kral aşk ile nefretin bir arada yaşandığı anlar
yaşayarak zamana karşı savaşmış. Gün gelmiş Albertine oyuna ve tüm
korkutuculuğuna rağmen kendini bu aşkın akışına bırakmış, yeri geldiğinde ise
kral kükreyip durmuş Albertine’in bu dengesiz hareketlerine. Beraber kitap
okumuşlar, yemekler yemişler, dans etmişler... Albertine ağabeyini kurtarmak
için hapsolduğu bu şatonun bir anda kraliçesi oluvermiş. İçten içe yaşadığı
suçluluk duygusuyla bu aşka teslim olmak istemiyormuş. Ama işte o buz gibi
görünümünün ardındaki sıcacık kalp yok mu, o kalp onu hiç durmadan kendisine
çekiyormuş. Genç kız bu kalbe tutulmuş. Bildiğin dut gibi aşık olmuş ama ne
aşk!
Aklı başından gitmiş kızın, kralı her gördüğünde dizlerinin bağı
çözülürmüş. Değil sevmeye, bakmaya bile cesaret edemiyormuş. Üstelik bir yandan
ailesini özlüyormuş. Ara sıra kaçmaya çalışmış şatodan ama ne zaman kaçsa
şatonun etrafını saran dikenli duvarlara takılıyor ya da korumalar tarafından
durduruluyormuş. Bilmiyormuş işte bu şatodan daha doğrusu aşktan kaçışın mümkün
olmadığını... Herkes korksa da o artık ormanlar kralından korkmuyormuş.
Albertine de kralın içi, ruhu ve aklı olmuş. Tek başına yaşadığı bu şatoda
onsuz nefes alması mümkün değilmiş. Albertine bir saniye yanından ayrılsın, hemen
huzursuz oluyormuş. Herkes şaşırıyormuş kralın bu haline... Kimseleri sevmeyen
kral ilk defa kendini Albertine’e teslim etmiş. Hafif bir korkuyla ve
güvensizlikle. Çünkü kral da hissediyormuş, Albertine ile arasında sorunlar
yaşamasına neden olan bir engel olduğunu... Önceleri o engelin ne olduğunu
öğrenmek istemiş, sonra genç kızın gözlerinde sevgiyi gördükçe vazgeçmiş.
Birlikte savrulup gitmişler. Hem sevmişler hem de yaralanmışlar.
Yazı devam ediyor...