Hem yüksek uçuşta hem de alçak uçuşta dünya markası haline
gelen biz Kiralıkçılar, yine duygudan duyguya sürüklendiğimiz bir bölümün sonuna daha geldik. Nasıl geldik, hangi yollardan geçtik, hatta geçtik mi bir
türlü kafam almıyor Şükrü. Ama içimiz dağlandı be, yüreğimiz parçalandı. Çok
duygusalım çok. İnanın Koray’ın kendini Ömer’in arabasının önüne attığı gibi, benim
de yollarına çıkıp, ikisine de sıkı sıkı sarılasım var. O derece yani. Bizi ne
hale getirdi bu hikaye ya, off zalımsın hayat.
“Bir varmış bir
yokmuş… Uzak ülkelerin birinde kuzguni siyah saçlı, yakışıklı mı yakışıklı bir
kral yaşarmış. Her zaman doğruluktan, adaletten yana olan bu kralı, herkesler
pek severmiş. Ama korkarlarmış da, buz gibiymiş dışı. Ama o duruşun ardında
gizlediği, kırılgan mı kırılgan yumuşacık bir kalbi varmış. Genç kız bu kalbe
tutulmuş. Bildiğin dut gibi aşık olmuş, ama ne aşk. Aklı başından gitmiş kızın.
Kralı her gördüğünde, dizlerinin bağı çözülüyormuş. Değil sevmeye, bakmaya bile
bazen cesaret edemiyormuş. Kız kralı o kadar çok sevmiş ki o kadar çok sevmiş,
birlikte savrulup gitmişler. Hem sevmişler hem yaralanmışlar. Bir gün kral çok
uzaklara gitmiş. Kızcağız ne yapsın? Yanmış,
kavrulmuş, ne hayat kalmış ne de neşe. Vazgeçmiş kendinden.
Hep bir yanı kırık, hep bir yanı aksak
bırakmış yaşamayı. Ta ki kral tahtına geri dönene kadar. Evet, bir gün kral tüm
ihtişamıyla eskisinden daha da güçlü olarak geri dönmüş. Kıza “ben geldim sana
geldim” demiş. Ama kız korkmuş, kaçmış kraldan. Yeniden, yanıp kavrulmaktan
korkmuş. Hala deli gibi seviyormuş. Seviyormuş, ama kimselere de söylemiyormuş.
Aksine herkese “tamam, geçti, iyiyim” diyormuş. Ama aslında hiç geçmemiş, kralı
her gördüğünde dizleri titriyormuş. Ona her yaklaştığında, aklı başından
gidiyormuş genç kızın. Sadece kendisi biliyormuş bunu. Hiçbir zaman
geçmeyeceğini, ama bir yandan da deli gibi kraldan kaçıyormuş.”

Halacım ben bu masallara inanmam, sen bana gerçek
külkedisini anlat.
Masal içinde masal ya da gerçek içinde masal veya masal
içinde gerçek, ay kafam karıştı bilemedim hangisi? Belki de hepsi. Hangisi
hangisinin içindedir karar veremesem de, önemi yok aslında. Çünkü masalın en
gerçek halini izlediğimizi biliyorum. Tıpkı Defne’nin minik İso’ya
yaşadıklarını, küçücük bir kutuya koyarak kalbinde sakladıklarını, böyle içten
anlattığı kendi masalında olduğu gibi.
Evet, bu masalın Kral'ı geri dönmüştü,
hem de tüm haşmetiyle. Oysa onun gözleri karanlığa daha yeni alışmıştı. Şimdi
bu ışığın düğmesine basmakta neyin nesiydi? Hayat neden kaldığı yerden devam
etmiyordu? Bunun atlama düğmesi yok muydu? Evrenin espiri anlayışı neden bu
kadar çarpıktı? Allah’ım bu Hoca neden bu kadar çok soru sormuştu?
Oysa o, aylarca karanlığın içinde acıyla boğuşmuş,
odasından, yatağından çıkmamış ve vazgeçtiği hayata sadece sevdikleri daha
fazla üzülmesin diye dönmüştü. Ömer’in “neden korkuyorsun?” sorusuna
“alışmaktan belki, sana, iyiliğine, bundan sonra hayatımın daha güzel ve
kolay olmasına ve bir gün seni kaybedersem kendi ayaklarımın üstünde duramamaktan
korkuyorum” diye cevap vermişti. Çünkü bir tarafı hep yaşadığı aşkın bu kadar
büyük bu kadar gerçek olmasına rağmen, yalanın ortaya çıkmasıyla Ömer’in onu terk
edeceğini haykırmıştı yüreğine.
Ama diğer bir tarafı, Ömer’in o sert tepkisine
rağmen bi şekilde nasıl ki bir sürü krizi aşmışlarsa bunu da aşacaklarını,
aralarında ki aşkın bunun üstesinden geleceğini düşündürmüştü yine de. Ya da bu
ayrılığın bu kadar uzun olmayacağını, çünkü Ömer’in arkada bıraktığı tüm
delillerle, kızgınlığı geçtikten sonra olayları değerlendirebileceğini belki
de. Ama sonra olanlar olmuş, hesaplar şaşmış, yollar ayrılmış ve ikisi de
savrulmuştu hiç istemeseler de.
Ya Kral? Kral'a ne olmuştu? Hiç olmadık bir zamanda duyduğu gerçekle,
hem kalbinde taht kuranı hem de kendi tahtını bırakarak uzaklaşmış, gurur
duymadığı bir hayatın içinde kaybolmuş, acı içinde kavrulmuş ama ne yaparsa yapsın
mutlu olamamıştı. Başkalarını suçlayıp içindeki öfkeyi büyüteceğine kendiyle
hesaplaşmış, sevdiği kadının nasıl bir cenderenin içinde olduğunu ve aslında
tüm bu olanların onun sert duruşuyla bu noktaya geldiğini anlamıştı.
Ama ne
kadar severse sevsin, Defne’nin pazarlıksız kalbine kendininkini uygun
görmeyerek, onu üzmeyecek, değerini bilecek başka biriyle mutlu olmasını
dileyerek geçirmişti günlerini. Ta ki ışıklar yanıp, onu tekrar görene
kadar. Hayat iyi ki kaldığı yerden devam etmiyordu. İyi ki atlama düğmesi icat
edilmemişti ve iyi ki evrenin espiri anlayışı bu kadar çarpıktı. Hoca galiba bu sefer
soruların cevaplarını da vermişti.
Yıkılsın bu duvarlar!
İşte bizim masalımızın geldiği nokta tam da bu. Peki, sonra
ne oldu? Ömer çarpık gülüşüyle mutluluktan sarhoş olurken, Defne ne yapacağını
şaşırdı. Galiba bu sefer roller değişmişti. Aşkı için savaşan Defne aşka olan
inancını yitirmiş, daha önce duramadığı kadar sert ve kararlı bir tutum içine
girmişti. Daha önce aşkı seçmediği için pişman olan Ömer ise, aşkı için
savaşmaya ve her şeyi göze almaya karar vermişti. Daha önce yalan yüzünden
tutarsız davranan ve bir türlü anlam veremediği, davranışlarının nedenini
çözemediği Defne’yi anlamanın rahatlığı ise, davranışlarına yansımıştı.
Defne’nin peşinden giden, odasına girip koltuğuna oturan,
onu gaza getirmek için “başka bir lojistik müdürü bulalım” diyen, “birlikte
çalışacağız hazır mısın?” diye soran İplikçi, sen hayırdır ya? Ama ben bu
Ömer’i sevdim. Duygularını bu kadar rahat ve çekinmeden ifade eden Ömer olmuş, çok
iyi olmuş. Defne’ye "hayatında biri var mı" diye sorması çok ilginçti tabii.
Açılıp saçıldın da Ömerim İplikçim, bu biraz fazla olmadı mı? Tamam merak
ediyorsun, sevdiceğini gördün artık boşa zaman harcamak istemiyorsun da, bu
soru böyle mi sorulur, öyle dan diye?
Sen Defne’yi mi tanımıyorsun yoksa ondan
itiraf mı bekliyorsun pek çözemedim, ama insanın gönlünü almayı da çok iyi
biliyorsun. “İnsan papatyadan bile güzel olabilir mi?” sözü, nasıl bir sözdür
ya? Kızcağız zaten erimiş, bitmiş, yetmemiş bir de yanıp kavrulmuş. Küllerinden
doğmaya çalışan bu kıza, Defne…Defnem demek,
ona iyilik değil bilakis kötülüğün en büyüğü. O da ne yapsın, kendini
tekrar ateşe atmamak için, Defne Hanım sözünü hatırlattı sana. Tıpkı senin
ayrılıkla baş etmek için, ona Ömer Bey’i hatırlattığın gibi. Ha bi de, senin
gidişinle yaşamaktan ve kendinden vazgeçen Defne’nin, dibine kadar sen olduğun
ve de her saniye seni hatırlatacak tasarımı sürdürmesini nasıl beklersin,
gerçekten anlamıyorum. İtalya’da bol bol
düşünmüş ve birlikte geçirdiğiniz süreci iyi değerlendirmişsin de, sen
gittikten sonraki Defne hakkında çok fazla kafa yormamışsın bence.
Biz kıskanç Ömer’in, neler yaptığını gördük daha önce.
Defne’nin davete gideceğini duyunca aynı ruh haline girdin, ama bu sefer
Defne’den geçit bulamadın. Aslında sen bu hafta, atak üstüne atak yaptın. Her
yolu denedin. Defne’den vazgeçmeyeceğini, gözümüze gözümüze soktun. Bizden
sana onay var. Yürü Sinyor İplikçi, kim tutar seni! Yalnız Aytekin sen
buralarda yenisin, öyle Defne ile Ömer arasına girip fikir beyan etme canım.
Aradaki elektrik çok güçlü, maazallah yakar seni.
Yazı devam ediyor..