Çoğunluk gibi benim de eğitim maceram 5-6 yaşlarında ‘anaokulu’ ile başladı. O yaşa kadar tüm hayatı sokakta top peşinde geçen biri olarak ilk gördüğüm an sevmedim orayı. Kaçtım, ağladım, elimden gelen -5 yaşında ne gelirse artık- her şeyi yaptım. Olmadı, bizimkileri kandıramadım. Tıktılar beni oraya. Puff… Çoğu insan hatırlamaz ama ben hatırlıyorum o zamanları, çok iyi hatırlıyorum hem de. Yok efenim ‘oyun saatleri’, ‘uyku saatleri’, ‘yemek saatleri’, o saatleri, bu saatleri. En fenası da ‘uyku saatleri’… İstemiyorum. Uyumak istemiyorum arkadaşım. Kurulmuş saat gibi her gün aynı saatte uyumak istemiyorum, zorla mı? Evet zorla. Diğer çocuklar hemen uykuya dalardı. Hocalar başımızda durmazsa şöyle bir 10 dakika falan sonra kaçar giderdim oyun odasına. O da kırk yılda bir olurdu. O kadar şanslı olamadıysam o gün eğer, uyuma numarası yapardım. Numara gerçek olur, en nihayetinde ne kadar dirensem de uyuyakalırdım :)
Sonra ‘ilkokul’ başladı. Orayı da sevemedim. Özgür değildim çünkü orda da. Dersin ortasında canım sıkılsa kalkıp gidemez, okul bitmeden oyun oynayamaz, ödevler bitmeden dışarı çıkamazdım. Peki her gün aynı üniformayı giymek? Onu hele hiç ama hiç sevmedim. Biraz daha büyüdüm işte, adına ‘ortaokul’ denen yere başladım bu sefer de. Alışmıştım ama artık. Küçükken özgür olan o ruh alışmıştı kafese. Keşke alışmasaydım… Altıncı sınıftayken dediler ki “Artık SBS diye bir şey var, yedinci ve sekizinci sınıfta olmak üzere iki tane sınava gireceksin. Onlara göre ‘lise’ye yerleşeceksin.”
12-13 yaşlarındayım daha. Çocuğum sadece… Yeni bir yerle tanıştım, adına ‘dersane’ dediler. Eklediler sonra da “Burada daha çok çalışacaksın, sınava yönelik hazırlanacaksın.” diye. Bu ayin tarzı bir şeydi. Sınava hazırlanan herkesin hafta sonları yapmak zorunda olduğu bir ayin. Ona da “Tamam.” dedim. Gittim ‘dersane’ dedikleri o yere. Çalıştım, çalıştım, çalıştım. İşte iki sınav da gayet şükela geçti. Yüksek de bir puanla bu sefer başladım o ’lise’ dedikleri yere. Bitti sanmıştım. “Oh be, buraya girdim ya bitti, gitti herhalde.” derken suratıma bu sefer de ‘üniversite’ diye bir şeyi çarptılar. “Ne yapar, ne eder bu üniversite?” dedim. “Bir ‘meslek’ edinmeni sağlar.” dediler. “E peki ne işe yarar bu meslek?” deyince de “Bundan sonraki tüm hayatın bunun üzerine inşa edilir.” dediler. Korktum. Yalan yok, gerçekten korktum. Tüm hayatım mı? Hadi canım!!!
Bizimkiler öyle hiçbir zaman baskıcı tipler olmamışlardır. Bilmiyorum belki de şu ders mers konularında kendi başımın çaresine bakabildiğim için böyledirler. Ben dokuzuncu sınıfta başladım kendime bir ‘meslek’ bakmaya. Görücü usulüne falan girmeden direkt. Böyle diyorum ama inan bana aynen böyle oldu. 15 yaşındayım o zamanlar. Hala dünya çok güzel, tozpembe bir yer benim için. Öyle çok saf tiplerden olmadım hiçbir zaman. Hırslı falan da olamadım hatta saçma geldi insanların bu yarış sevdası. Umrumda da olmadı insanların ne yaptığı, ne düşündüğü. Fazla iyi niyetli olabilirim belki. Günümüzdeki hayat için gereğinden fazla umutlu, fazla pozitif, fazla neşeli… Daha ‘büyümemişim’ ya ondandır o, ondan.
Bende de bir hastalık var. Birisinin yardıma ihtiyacı varsa arkamı dönüp gidemiyorum. Bizimkiler bunu kimi zaman fazla ‘salakça’ bulsa da durum bu. İlk refleksim her zaman insanlara yardım etmek olunca kendime sordum “Ben bu insanlara nasıl yardım edebilirim?” diye. Karşıma ‘doktorluk’ çıktı. Şimdi bunların da beyaz havalı pelerinleri var ya, bir de hayat falan kurtarıyorlar. Ben de tutturdum ‘doktür’ olacağım diye. Evet, burası bir genç arkadaşımızın hayatını yaktığı yer:) Yine çalıştım, çalıştım, çalıştım. Üniversite sınavı da über iyi geçti, üçte üçle son rozeti de takıp girdim ‘tıp fakültesi’ ne. Oraları hiç anlatmayayım zira psikolojini durduk yere hiç bozmayayım. Ama bak şunu da söyleyeyim bin tane tercih hakkım olsa yine yeniden her türlü yazılır. Aradığım her şeyi buldum deyip konuyu kapatatıp asıl meseleye geleyim :)
Yazı devam ediyor..