Aile olmak: Yarası içinde saklı bir hikâye

Aile olmak: Yarası içinde saklı bir hikâye
"Ben de bir ailem olsun istiyorum artık. Evin kapısı açılınca yemek koksun.."
Tam takım ve kalabalık bir ailenin yani anne, baba, kardeşle birlikte anane/babaanne - dedelerin, teyzelerin, halaların, dayıların haliyle bolca kuzenin olduğu yani her türlü akrabalık mertebesinden en az bir adet insanın içinde olduğu gerçekten büyük bir ailenin içine doğan biri olarak Mahir'in ağzından dökülen bu temenniyi ne kadar anlayabilirim diye düşündüm.

Hemen sonra hem asla tam anlayamayacağımı hem de aslında çok iyi anlayabileceğimi fark ettim. Evet, -çok şükür ki- bir ailenin eksikliğini yaşamamıştım. Hatta bazen niceliksel açıdan bu kadar da büyük bir aile olmasa mıydık acaba dedirten zamanlar da yaşadık. Bu sebeple Mahir'in ilk temennisinin içini sızlatan yanını anlayamam ama o ‘evin kapısı açılınca yayılan yemek kokusu’ meselesi var ya, işte onu çok iyi anlarım. Anlarım çünkü bilirim o hissi. Mahir de biliyor, biliyor ki en doğru tanımlarından birini yapıyor, hayal ettiği evi anlatırken. Belki gerçek annesi, babası ve kardeşi ile yaşayamamış aile sıcaklığını ama Emine annesi, Nevzat babası olmuş. İyi ki! Onlar sayesinde Mahir sıcak bir ailenin varlığından kısmen de olsa haberdar olmuş. Aslında Mahir bu yönüyle Hayat Şarkısı’nda zaman zaman sorduğumuz, ilerde de sıkça sormaya devam edeceğimiz “Doğuran mı annedir, büyüten mi?” sorusuna verilmiş çok somut bir yanıttır. Hülya’ya gösterdiği desteğinin arkasındaki temel motivasyonlardan birinin bu olduğunu kısa süre öğrenmiştik zaten. Bu onun kanayan yarası. Neyse ki Mahir onu büyüten “Eminanne”sini buldu. O’nu bulduğunda yuvasını da buldu, aynı sıcak duygularla açtı kollarını. Elbette hayat onu açtığı kollarıyla açıkta kalan karnından vuracaktı. Buraya tekrar geleceğim.

Aile, bakmayın cümle içinde en çok sıcaklık, sevgi gibi pozitif anlamlı kelimelerle tamlandığına, bir yandan da çokça acılı, çokça sancılı bir tanımdır. Bu hayatta başımıza gelen her şey gibi aile de verdiği kadarını alır. Kim bilir belki verdiğinden de biraz fazlasını.. Korunmuş hissettiğiniz kadar kapana kısılmış hissedersiniz duvarları içinde. Kerim gibi mesela. Çekip gitmek isterseniz bir gün -ki bazen gerçekten başka oluru yoktur - asla gerçekten terk edemeyeceğiniz tek şeydir. O asla bırakmaz sizi. Melek’in Hülya’yı bırakamaması gibi. Tamamen sizin dışınızda gelişen olaylar sizi öyle bir düğümle bağlar ki kimse için alamayacağınız sorumlulukların altına giriverirsiniz. Hüseyin’in ailesinin selameti için istemediği bir kadınla evlenmesi gibi. Sadece doğuştan da kurulmaz bu bağlar. Aile dediğimiz şey yaşayan bir canlıdır adeta. Büyür, genişler, yayılır. Gelinler, damatlar, dünürler, torunlar.. Hatta bazen daha beklenmedik olanlar: Bade gibi mesela.  Bazen de hasta olur, yanlış büyür bir kanser hücresi gibi. Ama bir şey onun parçası olduğunda geri dönüşü çok zordur, ayrılamaz olur artık o bütünden. Keserek atmaya çalışmak da fayda vermez çoğu zaman. Cevher ailesinin kanserli hücresi de Zeynep’tir tek kelimeyle. Bu yüzden Süheyla Hanım kesip atamaz Zeynep’i. Her şeye rağmen ailesinin bir parçası olarak gördüğünden, torunun annesi olduğundan ve kendisi de bir anne olduğundan bağrına basmasa da yeniden evinin kapılarını açar.

Aile ve Beslenme Bilimleri Fakültesi Dekanı Süheyla Cevher

Açıkçası Zeynep’in doktorunun dikkat edilmesi gereken noktalarla ilgili saydıklarını dinlerken Cevher ailesi için kolaylıklar dilemiştim. Ama tüm bunların sonucunun Cevher ailesinin curcunasında 1-2 puan, hadi daha gerçekçi olsun 2-3 puan yükselmeye neden olmaktan öteye geçmeyeceğini düşünmüştüm. Belki bize de ucu bize de dokunacak birkaç ufak sinir krizi çıkardı tahminimce. En zoru yine Hüseyin’e olacaktı ama o da alışkındı katlanıp, yere serilip çiğnenmeye. Yanılmışım. Çok ama çok hızlı anladım tüm bu iyi niyetli öngörülerimde yanıldığımı. Zeynep ayağının tozuyla büründü yine nefret dolu, intikamcı hallerine. Anlamaya çalışmaktan alamıyorum kendimi. En son Melek’i kaçırtıp bir kulübeye kapattırdığında Zeynep’i anlamaya çalışmaktan vazgeçtiğimi söylemiştim. Bu hafta ölümden dönen bir kadının neden hastaneden çıkar çıkmaz intikam planları yapmaya başladığını anlamaya çalışırken buldum yine kendimi.

Ceren’i artık sadece böyle gülerken görsek keşke.

Bana bunları düşündürten sahneden bir önceki Zeynep sahnesi canlandı gözümde. Babası gelmişti. “Seni gördüm ya nasıl iyi olmam” demişti babasına. Gerçekten baba – kız arasında bir sevgi bağı olduğu aşinaydı. Zaman zaman bundan şüphe ettiğim zamanlar olmuştu ama şimdi şüpheye yer kalmamıştı. Ailesinde de seviliyormuş bu kadın, neden böyle sahip olma dürtüsüne kapılıp kompleksli ve kinci birine dönüşmüş diye düşündüm bir süre. Sonra Süheyla’nın aydınlatıcı sözleri çınladı kulağımda. Gözden kaçırdığım şeyin farkına vardım: Anne. Başlangıçta Zeynep’in annesinin yüzünü hiç görmememizin nedeninin öngörülememiş bir casting sorunu olduğunu düşünmüştüm, itiraf edeyim. Ama Süheyla’nın söyledikleri – başlangıçta öyleydiyse bile – altını doldurdu boşlukların. Aile dedik ya sancılıdır diye. İnsanı bireye dönüşürken en çok şekillendiren şeydir. Büyürken eğilip bükülüp kambur ya da çiçeksiz kalmak da dallanıp budaklanıp serpilmek de hep o bahçıvan marifetiyledir. Ben öyle inanıyorum ki Zeynep bugün hiç büyüyememiş, ne kadınlığı ne anneliği öğrenebilmiş, üstüne bir de özgüvensizliği yüzünden nefret kuyularına sürüklenmiş bir kadınsa bu en çok annesinin yüzündendir. Burada özellikle bir konuyu açmak isterim. Kadınlığı öğrenememiş dedim ya kadınlık dediğim işve- cilve ile kocasını elde tutmak değildir. Kadınlık başkasını sevdiğini söyleyen adama, dimdik durup kırılsa da kızsa da ‘yolun açık olsun’ diyebilmektir.

Büyürken eğilip bükülen, çiçeksiz kalan deyince aklımıza Melek ve Hülya gelmesin de kim gelsin? Hülya ve aileden bahsederken hep gözümün önüne Hülya’nın babasının Bayram Cevher ile yüzleşmesinden sonra evin önüne çökmüş oturuşu, karısı Emine’ye göz ucuyla baktıktan hemen sonra adeta sonsuzluğa uzayıp giden bakışları gelir. Sanki varlığının bir aile olmaya yetmediğini anlayıp yok olmayı dilemektedir. Belki de bu sebeple fiziken var olsa da asla fiilen gerçek bir baba olmamıştır. Ve işin acı tarafı ne Hülya ne de Melek onu yok sayabilir. Çünkü aile olmak bunu gerektirir. Kaçıp gitmek istesen de yapamazsın. İçine doğduğun aile eksikse, yaralıysa, olmamışsa çareyi yenisini, sağlamını kurmakta arayabilirsin. Hülya’nın çocukluğundaki Kerim aşkının temelinde bir aile kurmak olduğunu daha önce detaylıca konuşmuştuk. Başlangıçta bu motivasyonla attığı adımları işin içine gerçek aşk karışınca birbirine dolaşmaya başlamıştı bir süre önce. Sanırım bunu ilk kez Aylin işbirliğiyle planladığı oyundan pişman olduğunda anladı/anladık. Şimdi o gerçek aşk onları bulutların üstüne çıkarmışken bununla sınanmalarını görmek çok şaşırtmamalı bizi. Geçmişte Hülya Kerim’le kurmak istediği aile ile ilgili ciddi şekilde sınandı ve sınavı geçmeyi başardı. Anlaşılan o ki Aylin meselesi Hülya ve Kerim arasındaki gerçek aşkın sınanması için sağlam bir vesile olacak.

Hülya farkında yaklaşan tehlikenin büyüklüğünün. Kerim ise kendi tarzında anlamaya çalışıyor, ölçüp biçiyor olanları. Bir kaç hafta önce “Bilinmeyenler arasındaki bağlantıyı denklemler kurarak çözmek bir erkeğin en temel görevidir.” demişti. İşte şimdi bu sözün hakkını verecek bence. Aylin’le yaptığı telefon konuşmasından işin aslını öğrenmediği belli ama Hülya’yı tanıyor ve ciddi anlamda şüpheleniyor işin içinde Hülya olabileceğinden. Elbette bir bilim insanı olarak kendisinden beklediğimiz gibi savını sunmadan önce yeterli kanıtları bulmanın peşinde şu anda. Biraz da Bade’ den gelen maço uyarısının etkisi var bence Kerim’in sakin halinde.

Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER