Yarım
saattir boş boş bakıyorum ekrana. Ne yazacağım, ne yapacağım diye. Zira vedaları
hiç sevmem. Bilmem yani nasıl edilir, beceremem. Çünkü oldum olası ‘veda’
sözcüğünü saçma bulmuşumdur. Hayır, içinde ‘ve’ ve ‘da’ gibi iki tane "her şey
devam ediyor hey ne bitmesi?" anlamına gelen bağlacı barındıran bir sözcüğün
böyle acı bir anlam barındırması dünyanın en saçma şeyi bence. O yüzdendir ki
oldum olası yapamam bu işi. Ama bu sefer 9 küsür aylık bir macera için bunu
yapmak zorundayım. Ne kadar zor da olsa ne kadar ağır da olsa dostlarıma son kez
ve ebediyen ‘veda’ etmek zorundayım.
Aylardan
haziran. Finallerim yeni bitmiş. Birden elime televizyonun kumandasını alıyorum
basıyorum kırmızı tuşa. Hayır, adamlar o tuşu kırmızı yapmış değil mi bir dur bir
aranma ama yok. Ve 9 küsür aylık serüvenin kapıları açılıyor. Karşımda bir
kızla, bir oğlan. Buzdolabının önündeler. Oğlan mavi gözlü sarışın bir arkadaş. İçimden "aaa ben bir yerlerden tanıyorum ya" diyorum. Bizim Şehzade Cihangir
işte. Karşısında ilk defa gördüğüm bir yüz. Gece gözlü bir kız. Sahnede bir şey
yok kavga ediyorlar ama ekran alev alev. Büyülenmiş gibi kalıyorum "vay be bu
ikisi olur" diyerek. Zira Tolga Sarıtaş’ı, Şehzade Cihangir’i
hatırlıyorum. Acaba bu karakteri nasıl yorumlamış ya ben devam edeyim bir şu
diziye diyerek, ertesi hafta izliyorum yeni bölümü. Ve orada vuruluyorum Ali’ye,Selin’e, Alsel’e… Öyle
derinden vuruluyorum ki biliyorum, farkındayım bir daha asla kurtaramayacağım
kendimi. Kurtaramadım da…
“Kusura
bakma.”
“Bakmam.”
Kimileri
için sadece bir replikken ben bu sahneyle aşık oldum Alsel’e. Anladım o an, bu
ikisinde başka bir şey var. Hiç kimsede olmayan ve olmayacak olan bir şey. Beni
asla bırakmayacak olan gitmeme izin vermeyecek bir şey…
Evet
çok fazla televizyon izlemem. Sevmem çünkü televizyon izlemeyi. 3 saat o koltukta
otururken kalbim sıkışır, tansiyonum düşer. Ufaktan da hiperaktivite var tabii,
benim için zor, çok zor bir eylem 3 saat o sihirli kutunun başında durmak.
Ama
Ali ve Selin hayatıma girdiğinden beri bir hafta geçsin de tekrardan göreyim
dostlarımı diye gün sayar oldum. Özledim hem de çok özledim ben onları. Onlar çok
başka bambaşka bir ikili zira. Bakmayın öyle dışardan koca koca insanlarmış gibi
durduklarına. Öyledir benim dostlarım. Ama kitabı kapağına göre yargılamaman
gerek. Bir tanısan aslında, o kalbi kırık iki küçük çocuğu görsen öyle sıkı
tutarsın ki ellerinden. Öyle sımsıkı
sarılırsın ki onlara, aman üzülmesinler, aman kırılmasınlar diye.
İki
küçük çocuk… İkisi de hoyrat… Ali Mertoğlu derler birinin adına. Dışardan öyle
alaycı durur ama aldanmayın sakın. Maskesini takmıştır yine. Gözlerinden
anlarsınız aslında içinde ne fırtınalar koptuğunu. Bazen de gülüşlerinden… Onun
gülüşleri acıdır. Onun gülüşleri kırgınlık doludur. Hiç sevilmemiştir ki o. Bilmez
sevilmek nedir nasıldır. O hep çok seven taraf olmuştur. 6 yaşındayken bindiği
bisikleti bırakan babayı da çok sever her seferinde başkalarını ona tercih eden
anneyi de. Sever ama güzel sever benim Alim hem de çok güzel sever…
Diğerinin adı
Selin Yılmaz. Selin aslında Ali’nin aynısı. O da alaycılığını maske olarak
kullanır, o da içinde kalbi kırık bir çocuk barındırır. O da baba cephesinden
yaralı. Ruh eşi onlar. Ne zaman ki bu iki küçük çocuğun elleri birleşir o zaman
bu iki eksik parça iki yaralı ruh bir bütün olur. Ali sevilmeyi öğrenir, Selin ise
sevmeyi. Onlar sadece aşık değillerdir ki. Onlar arkadaş, onlar sırdaş, onlar
birbirlerinin oyun arkadaşı. Onlar birbirlerinin evi…
39
koca hafta dile kolay. 39 koca bölüm. Ali’nin Selin’i, Selin’in Ali’si,
Alselzedelerin Alsel’i… Ali ve Selin benim en iyi dostlarım oldular. Öyle iyi iki
dost ki yaşadıkları acı tatlı her şeyle yüreğime dokundular. Ben o iki küçük
çocuktan öğrendim sarılırsam geçeceğini. O iki küçük çocukla ben de fısıldadım
rüzgara canımı yakan şeyleri. Bana onlar öğretti acı çekerken oynamanın zevkli
olduğunu…
Yazı devam ediyor...