Güneşin Kızları’nın SavNaz’ı vardı bir zamanlar. Farklıydılar, Türk dizi tarihinin ilk graffitici çiftiydi onlar. Klişelerle boğuşan dizi sektörüne inat edermiş gibi dostluktan doğan bir aşkı anlatmak üzere damdan düşer gibi girmiştilerdi hayatımıza. Nereden bilebilirdik ki klişelerden uzak çiftimizin bir gün Yeşilçam'ın en klişe çiftine dönebileceğini?
Oysa başlarda her şey çok güzeldi..
Bir tarafta hayatı boyunca sevilmenin, sevmenin ne olduğunu bilmeden koskoca Mertoğlu Konağı'nın içinde büzülmüş sığıntı gibi yaşamış, ölümden korkmayan, geçmişin sırlarından nasibini almış katil damgasıyla dış dünyayla bağlantısını kesmiş bir Bohem Prens, öteki tarafta dört buçuk yaşında babası, en büyük kahramanı tarafından terkedilmiş, ailesini dış dünyadaki kötülüklerden korumaya çalışan, hayatı boyunca yalnızlık çekip dertlerini babasının verdiği tek hediye olan maymun ayıcığına anlatan bir hırçın Prenses. Öfkesini, acısını bu hırçınlığıyla saklayan, göklerden yıldız seçip, onu terk eden babasının adını takarak, yalnız olduğu için o Zafer yıldızıyla dertleşen bir kız çocuğuydu..
Bıktım yalnızlıktan bir tek arkadaşım sen varsın n’olur gitme..
Babasından sonra hayatına hiç bir adamı sokmamış bu kız çocuğu kalbini babasından sonra ilk defa birine açmıştı, ona gözü kapalı güvenmiş, onu mutlu etmek için çabalamış, bir babaya sığınmış gibi sığınmıştı ona, yalnızlığını kollarında gidermişti. Bohem Prens hayatı boyunca yediği darbelerden sonra hırçın prensesiyle yıkmıştı dış dünyaya karşı ördüğü o duvarını. İlk defa güvenmişti tekrardan bir kadına, Nazlı'dan önce güvendiği kadınlar her defasında yıkmıştı onu: Annesi aldatılma sonucu onu terk edip ölümü seçmiş, sevdiğini sandığı kız para uğruna sırlarla yok olmuş, onu büyüten, anne dediği kadın öz annesinin ölümüne sebep olduğunu kendisinden hayatı boyunca saklamıştı. Bohem Prensin tek isteği geçmişini ve gerçekleri öğrenip, sığıntı olarak yaşadığı köşke, onu hayata döndüren hırçın Nazlı'sıyla sırtını dönüp geleceğe bakmaktı.
Yazı devam ediyor..