Bazen
kalbine öyle keskin bir bıçak saplanır ki acıya dayanamazsın. Üstelik acı
direncini anlamak için bu saplanın bıçağı içeride döndürüp dururlar. Bir süre
sonra acıya alışmaya başlarsın, hissizleşirsin. Ama o saplantının hatırası
hiçbir zaman aklından uçup gitmez. Öyle keskin bir ağrıdır ki, bir daha onu
hayat boyu yaşamak istemezsin. Kendine göre önlemler alırsın bıçağın yeniden
saplanmaması için. Çelik bir yelek giyersin ya da önünde her zaman sana siper
olacak bir koruma kalkanıyla dolaşırsın. Bunu yaparken zannedersin ki, o
bıçağın bir daha hiç saplanma ihtimali yoktur. Oysa bilmezsin aslında bu
kalkanların acı kadar başka duygulara karşı da siper olduğunu...
KESKİN
BIÇAK
Hepimiz
hayatta bazı şeyleri biliriz ama gerçek olduğunu kabul etmekte zorlanırız.
Aynen annesinin hasta olduğunu bildiği halde ona bir şey olmayacağını sanan
Ömer gibi... Ona bir veda havasında bir sürü öğüt vermesiyle anlar Ömer
gerçeği. Kaçar nefes almak için derdini anlatacak kimseleri olmayan yalnız
ruhların sığındığı o mahalleye. Acıyla ilk kez yüzleşmiştir. O gün ilk kez
bıçağın keskinliği ve hayatının bir daha hiçbir zaman aynı olmayacağını
anlamıştı Ömer. Ancak omzuna konan iyi huylu Anka Kuşu kendisine dert ortağı
olmuş, umut aşılamıştı. Sonra yanında uğuru olmasına rağmen o bıçak en derine
saplanmaya devam etmişti. Önce annesi hastalığa yenik düşmüş, ardından da
babası onun yokluğuna dayanarak bile bile ölüme doğru yürüyerek o bıçağın
içeride dönmesine neden olmuştu. Bir çocuğun hayatta çekebileceği en büyük
acılardan birini çekmişti Ömer art arda... Ve o gün yemin etmişti kendine bir
daha hiç acı çekmeyeceğine. Eğer yalnız başına kalırsa artık acı çekme ihtimali
de olmayacağını düşünerek başladı kaçmaya... Ta ki Sadri Usta hayatına girip
ona mola vereceği bir sığınak yaratmak için elini uzatana kadar...
“Kimseyle
konuşmak istemiyorum, beni yalnız bırakın” diyen herkesin aslında en büyük
ihtiyacıdır sevgiyle biri tarafından sarıp sarmalanmak. Özellikle de onu seven
herkesi bir anda kaybeden Ömer gibi. İsyanın arkasında aslında gerçek ihtiyacı
gizliydi: Sevilmek. Bu nedenle Sadri Usta’nın uzattığı el çok iyi gelmişti o
anda kendisine. Kimi insanların
başkalarıyla arası bozuktu, kendileriyle arası bozuktur, yaşamla arası
bozuktur. Bu kişiler tiyatro oynar ve oynadıkları oyunun metnini, yoksun
bırakıldıkları şeye göre yazar.* Ömer de Sadri ustanın uzattığı eli tutarak
o gün kendi oyun metnini yazmaya başlamıştı. Ustanın evde kalma fikrini
reddederek atölyede saklanmıştı herkesten ve her şeyden.
En yakın dostu okuduğu
kitaplar olmuştu. Oradaki kahramanlardı Ömer’e hayatı öğreten... Handa, Sadri
Usta’nın atölyesinde geçirdiği her gün Ömer yavaş yavaş etrafına inşa ediyordu
koruma kalkanını o keskin bıçaktan korunmak için. Hanın o eski soğuk duvarlarıydı
bir şekilde kalkana aslında hayat veren. Ne zamanki Ömer o duvarların sağlam bir
şekilde tamamlandığını gördü, nutmak istediği tüm acılarını atölyede bırakarak mola
verdiği gerçek hayatına korunaklı bir şekilde geri döndü. Artık acı riski
olmadan ‘poker face’ görünümüyle yaşamaya hazırdı kendi tiyatrosunu. Sadece
çalıştı. Sıfırdan bir iş kurdu, hayatındaki en yakını olan birkaç kişi dışında
kimseyi oynadığı tiyatroya dahil etmedi. İsteyenlerin de dahil olmasına izin
vermedi.
AŞK
TUZAKLARLA DOLUDUR
Ama işte
hayat... Sen ne kadar risk almaktan hoşlanmazsan da oyunun içerisindeki biri
sen hiç farkında olmadan senin günlük hayatının içerisine başka bir oyuncu
katar. Aynen birçok rastlantının ardından Ömer’in ofisine ve evine Neriman
sayesinde sızan Defne gibi. Yani aşkın ta kendisi. Aşk tuzaklarla doludur. Kendini göstermek istediğinde bize yalnızca
ışığıyla belirir ve bu ışığın içindeki gölgeleriniz gözümüzden saklar.* Ömer’in
de Defne’nin sıcaklığı ve kızıl saçlarının aynen güneş gibi saçtığı ışığıyla
kamaşmıştı. Fark etmeden alışmıştı o aşkın hayatına kattığı büyüye. Ama işte
aşk bir kere hayatına girdiği zaman bazen mutluluk getirirdi, bazen ise acı.
Aşık olurken acı çekmeye de razı olmak gerekirdi.
Ömer dağ evindeki ilk terk
edilmede kabullenmişti bu acıyı bıçak bir kere saplanmıştı çünkü ama ne zamanki
Defne yalan söylemişti o zaman saplanan bıçak yeniden dönmeye başlamıştı. Ömer
kendisine yasakladığı bir duyguyu ilk kez yeniden yaşamıştı onca yıl sonra...
Korkmuştu! Biliyordu çünkü eğer o bıçağın içeride kalmasına izin verirse
yaşayacağı acının derinliğini. Bir kere yemin etmişti o acıyı yeniden
çekmeyeceğine. Hemen kaldırmıştı kalkanlarını geri en tepeye kadar. Ne demişti
ayrılığın ardından Sadri usta’ya “İnsan nasıl da birine bağımlı hale geliyor.
Nuh gibi çakıyorsun aklına. Açıyorsun avucunu koyuyorsun kalbini içine sonra ne
yaparsa yapsın ellerindesin. Onun merhametine kalıyorsun, bu da sana fazla
geliyor tabi ki. İşte kontrol edememek.”
KALBİM
SANA EMANET
İnsan en
çok kontrol edemediği şeyden korkar. Ömer de zamanında çektiği acıyı kontrol
edemediğini fark ettiğinden örmüştü hanın o soğuk duvarlarıyla koruma
kalkanını. Yeniden acı çekme ihtimali bile çıldırtıyordu onu. “Güvenmiyorum”
diyordu Defne’ye ama aslında asıl güvenmediği Defne’nin avucunda öylece duran o
kalbe iyi bakıp bakmayacağıydı. Bu nedenle de aslında hiç kaçmak istemezken
kendini korumak için arkasına bile bakmadan koşar adımlarla kaçmıştı Defne’den.
Sonra bir fark etti ki, kaçmıştı ama yapayalnız yine. Aradığı güveni
bulamamıştı. Sığınmak istediği liman artık eskisi gibi değildi. Bir şekilde
eksikti. Kendisini iyi hisseder sanmıştı, pek mümkün olmamıştı.
Aşktan kaçmak
zordur zaten değil mi? Hele bir de sevdiğin kaçmak istediğin tam yanı başında
tüm sıcaklığıyla duruyorsa. O da yavaş yavaş kendiyle vermeye başladı
savaşını... Başlarına gelen her bir olay, aralarındaki her bir çekim ve özlem
Ömer’e Defne’den uzak durmak yerine onu temkinli bir şekilde sevmeyi
öğretmişti. Çünkü biliyordu tüm bildiklerini yerle bir edecek bir engelin
olduğunu arasında. O sır ortaya çıktığı zaman belki yaşadığı acıların daha da
büyüğünü yaşayacağını... Bir şekilde hazırlıyordu kendini acı çekmeye ama o
engel ortadan kalkmadan da risk almak istemiyordu. Ta ki geçtiğimiz hafta eve
girdiğinde yeniden Defne’nin gittiğini sanana kadar...
Acı
çekmekten korkan ve bundan kaçan Ömer ilk kez acının kendisinde yarattığı
histen daha kötü bir his olduğunu fark etti: Defne’sizlik. Anlık bir korkunun
ardından uzakta güneş gibi parlayan Defne’yi gördüğünde sanki biri ona yeniden
hayat vermişti. Aynen ölümsüzlüğün simgesi Anka Kuşu gibi. O anki mutluluğuyla
gidip öpmüştü sevmişti.
Barajlar gibidir aşk. Bir zerre
suyun sızabileceği bir çatlak bırakırsanız, bu su duvarları yavaş yavaş kemirir
ve öyle bir an gelir ki, akıntının gücünü artık kimse denetleyemez. Duvarlar
yıkılacak olursa, aşk efendi olarak her şeye el koyar, neyi yapabilirim, neyi
yapamam sevdiğim kişiyi yanımda tutabilir miyim, tutamaz mıyım, gibi sorular
artık boşunadır… Aşık olmak, denetimi elinden kaçırmak gibidir.* Ömer’in koruma kalkanındaki
çatlaklar da o öpücükle birlikte denetlenemez bir hal ve kendini akıntının
gücüne bıraktı. Ömer ilk kez Defne’ye “Keyfim yerindeydi, sen de çok güzeldin.
Şu an olduğu gibi.. Bir şey düşünmedim, plan da yapmadım. Sadece canım seni
öpmek istedi.” sözleriyle de dile getirdiği gibi hiç düşünmeden hareket etti.
Akıntının gücüne kendisini bıraktı. Uzun zamandır özlem duyduğumuz o gülümseme
aldı yüzündeki yerini. Kalabalığın içerisinde hayranlıkla baktı Defne’sine,
izledi Koray ile dans edişini, beraber cips yediler, dostlarıyla eğlendiler.
Ömer’in kalkanındaki çatlak Koray’ın “Bunca senedir bu ortama hiç kimsecikler
girmemişti. Yani Ömer’in buzdağından başka...” diyerek tanımladığı evin içerisine
de nüfus etti. İlk kez evi sevdikleriyle şenlendi. Klasik müzik yerine daha
eğlenceli şarkılar çaldı. Kahkahalar arka fonda çınladı...
Yazı devam ediyor..