Kiralık Aşk: Küçük dokunuşlar...

Defne, buna rağmen Serdar gibi, çekip giden annesine öfkelenmek yerine suçu yine kendinde aramaya çalışıyor. “Biz ne yaptık ki ona?” diye kendini sorguluyor. Sanki ne yaptıklarını bulabilse, ‘hata’sını telafi edebilse annesini geri döndürebilecekmiş gibi. Büyük resme bakınca, her durumda kendini suçlayacak kadar özgüvensiz ve gönlü geniş Defne’nin “Engel sensin!” diyerek artık biraz da karşı tarafın hatalarından bahsedebilmesinin de nasıl büyük bir adım olduğu görebiliyorum böylece. Hele “Bizim hiç mi sevilecek bir yanımız yok anneanne?” diye sorarkenki hali hiç gözümün önünden gitmiyor.

En yakınındakiler tarafından bile terk edilen, sevilecek hiçbir yanı olmadığını (!) hayatın kafasına vura vura öğrettiği Defne’nin, Ömer’in güvensizliğine neden bu kadar içerlediği, kendinden kolayca vazgeçişinin kalbini nasıl un ufak ettiği de kafamızda daha bir yerine oturuyor. Dışa karşı kızıl yeleli dişi bir aslan misali pençelerini çıkartırken, kendi dünyasında nasıl da okşanmaya, sevilmeye muhtaç bir kedicik aslında. O yüzden hangi vazoyu kırarsa kırsın, kumuna işemeyi bir türlü öğrenemese de kapı dışarı edilmeyeceğini bilmeye ihtiyacı var. Hayatından elene elene, eleğin üstünde kalarak yanında yer alan tüm insanlar; ailesi, İso ve Nihan gibi Ömer’in de o eleğin üstünde kalmasını her koşulda kendisini sarıp sarmasını bekliyor. Bunu başka biri istese belki şımarıkça bulabiliriz ama bu kadar yaralı Defne isteyince kıyamıyorum “Al kız al, hepsi senin olsun.” diyorum.

Neden hep feda edilen, üstü çizilen o oluyor? Anneannesi anlayamadığım bir şekilde Serdar’ı dizginlemek yerine Defne’ye ağlak yaparak hayallerinden vazgeçmesine neden oldu. Buna rağmen başına geleni karşılamak konusunda son derece dirayetliydi. Yanında kalan ailesini terk etmek yerine, şimdiki gibi, hatta zaman zaman eleştirdiğimiz gibi, acısını belli etmeden, hayallerinin üstüne bir bardak soğuk su içerek hayatına devam etti. Bukalemun gibi resmen; başta biraz bocalasa da içinde bulunduğu koşula hemen ayak uyduruyor. İso bile hayallerinin yıkılması karşısında gözyaşlarını tutamazken, Defne hiç değilse anneannesinin yanında gram bozmuyor dik duruşunu.

Ama adım kadar eminim ki gecesinde de, kaderinin avucunda mahsur kalan hayallerinin ardından yastığına sarılarak içli içli ağlamıştır. “Hayat bir tesadüfler silsilesi imiş, âlâ! Fakat tesadüfün de kendine göre bir mantığı olmalı değil mi ya?”* Yok mu? Serdar’ın sorumsuzluğu yüzünden hayallerinden vazgeçmek zorunda kalan Defne, yine onun sorumsuzluğu ve başına açtığı dertler yüzünden, kendini dönüp dolaşıp hayallerini yaşayacağı yolun başında buluvermiyor mu? Serdar’ın bir dokunuşuyla -veya dokunamayışıyla- değişen hayatı, başka bir dokunuşuyla yeniden rayına oturuyor. Serdar’ı öyle çok sevmesem de Defne’nin bu oyunu kabul etmesinde ve Ömer’le tanışmasındaki etkisini de göz ardı edemeyiz. Tıpkı Defne’nin dediği gibi; bütün güzel şeyleri de ona bu derdinin getirmesi gerçekten çok tuhaf. Hayat işte…

Defne ile Ömer’in ilk karşılaşmaları Manu’da idi. Yani onlar da biz de öyle sanıyorduk. Meğerse hayat onları daha evvel karşılaştırmış. Hayatımızda her gün otobüste, tatilde, sokakta yüzlerce insanla rastlaşıyoruz. Kimisi geçip gidiyor, kimisi misafir oluyor, kimisi de ev sahibi. Hangisinin hangi rolü üstleneceğini bilemiyoruz. Bazılarıyla bir daha hiç karşılaşmıyoruz bazılarıyla da yeniden “doğru zamanda ve doğru yerde” görüşmek üzere onları kendi hayatlarına uğurluyoruz. Yine de bizde hiçbir iz bırakmadıklarını söyleyemeyiz. Misal Defne’nin “çarşamba cadısı” hali Ömer’in zihnine, bilinçaltına öylesine işlemiş ki, 8.bölümde gördüğü çilekli rüyasında bile Defne kendini bu şekilde tanımlıyor. Eh bu yıllar sonra ortaya çıkan bilinçaltının etkisiyle, Passionis’in marka rengini Defne’nin turuncusundan aldığını umabilirim değil mi? Olmaz mı, olur ya…

Fark etmiyorsun,
yanımdan geçip gidiyorsun her seferinde.
Yanımdan geçip gidiyorsun…**

İkinci defa karşılaştıklarında ise ikisi de hayatlarının tam manasıyla dönüm noktasındaydı. Defne, hiç bilmeden, Ömer’i beklemek üzere, onunla yeniden son derece olaylı bir şekilde karşılaşacağı noktaya giderken Ömer de kendisini “Ömer İplikçi” eden yolculuğa çıkmak üzereydi. İçimdeki uslanmaz romantik, bu süreçte hayatın onları birbirleri için hazırladığını, Ömer’in Defne’si ve Defne’nin Ömer’i haline getirdiğini hayal etmek istiyor açıkçası. Bir ne yalan söyleyeyim bölümün, üçüncü karşılaşma noktaları olan Manu’da ve ilk öpüşme sahnesiyle biteceğini hayal etmiştim. Bölüm sonunda çalan şarkıdaki “Yine aşınca çayın suyu boyunu/belki yeniden karşıma çıkacaksın” sözleri tam da onların üçüncü karşılaşmalarını anlatıyor benim gözümde. Defne tam da boyunu aşacak sulara atlamaya hazırlanırken, yıllar sonra tekrar karşılaşmaları tesadüfün kendine göre olan mantığının bir göstergesi değil de nedir?

İz’den ne kadar hazzetmediğimi bilen biliyor. Bir zaaf anında Ömer’in İz’le yakınlaşma ihtimalinden korkmaktan vazgeçeli çok oldu ama İz’in varlığının gereksizliği hala daha rahatsız ediyor beni. “Biz İz’le Ömer’iz.” dedikçe ıslak odunla ağzına vurasım geliyordu, ta ki 30.bölüme kadar. Şimdi duysam artık hunharca güler ve dalga geçerim, Allah affetsin. Gördük ne kadar da “İz’le Ömer” olduklarını. İz, 6 aydır Ömer’i bırakıp gideceği ana hazırlanıyormuş ve en zor anında onu yalnız bırakmış! İz’in bu yaptığının gerçekten affedilir tarafı yok. Ömer’in yalan konusunda affı olmadığını bir kez daha izleyip gelecekteki Defne adına endişelensem de Defne ile İz’i aynı kefeye de koyamıyorum. İz gelecekleri konusunda Ömer’i kandırmış, hep birlikte olacaklarına dair kurulan hayallere ihanet etmiş. Oysa ki Defnem yalnızca geçmişlerine, tanışmalarına dair yalan söyledi, gelecek için hiç kandırmadı Ömer’i. Her şey ortaya çıktığında Ömer’in öfke seli dindiğinde salim kafayla bu farkı fark edeceğine inanıyorum.

Sude’ye ve onun Sinan’a olan hislerine empati ile yaklaşmaya çalıştım hep. Belki de bu yüzden bu bölümde en sevdiğim geçmiş karakterlerinden biri de Sude oldu. Hırslı ve Sinan için kötülük dahi yapan Sude’den ziyade; ısrarla, umutla ve çocuksu bir heyecanla Sinan’ın onu fark etmesini bekleyen masum Sude’yi görmek çok hoşuma gitti. Resmen Sinan’ın gözünün içine bakıyordu; orada bir parça da olsa kendi yansımasını görebilmek için. Platonik aşıklara hep bir parça daha sempatiyle yaklaştığım doğrudur. Çünkü ne yaparsa yapsın sevdiğinin gönlünde yer bulamamak çok büyük bir hayal kırıklığıdır. O hayal kırıklığı da Sude’yi adım adım sinir krizlerinin eşiğine getirmiş. Keşke Amerika’dan döndüğünde Sinan takıntısını hakikaten bırakmış olsaydı da bu sefer Sinan’ın onun peşinden koştuğunu görseydik. Neyse, belli ki sevilerek sevmenin keyifli tadını da Eymen ile yaşayacak gibi, hadi hayırlısı olsun.

Dostlarımız bizim seçtiğimiz kardeşlerimizdir derler. Aynı anne babadan doğmamış olsak da verdikleri akıllar ve destekler sayesinde bazen bir kardeşten daha yakın olurlar insana. Sinan’ın gerçekten gönlünden kopan hediyesiyle yaptığı küçük bir dokunuşun Koray’ın hayatını nasıl etkilediğini ve Koray Sargın markasının doğuşunu sağladığını görmek; her şeye rağmen birbirlerini neden bu kadar sevdiklerini anlamamızı sağladı. Passionis’in kuruluşu sırasında Koriş de aynı Sinan gibi elindeki imkanı sunup dostunun derdine derman olmamış mıydı zaten? Koray’ın şirketin bölünmesi sırasında içindeki vefa duygusu ile Sinan’ı seçmesi böylece daha da bir anlamlandı benim gözümde. Aynı şekilde mahallede köşeye sıkıştığında yardım eli uzatmak veya kırılan hayalleri elbirliğiyle tedavi etmek de kardeşlikten sayılmaz mı? Faydasız Serdar bencilce kendine acıyıp dururken İso ve Nihan Defne’ye çok daha fazla kardeşlik etmişler. O da bunu karşılıksız bırakmamış elbette; yeri gelmiş canı acıyacak Nihan’ın elinden tutmuş, yeri gelmiş İso’nun “Defo”su olmuş.

Gel birer çocuk olalım, o günden başlayalım
Gözlerimiz buluşsun ilk kez bakışalım
Ne dün ne de yarın kalsın biz yeniden doğalım
İlk söz dudağında olsun benim adım***


Hadi, Defne de Ömer de o ilk karşılaştıklarındaki gibi çocuk olsunlar, o yağmurlu günden yeniden başlasınlar. İlk kezmişçesine bakışsınlar; geçmişin acılarını, gelecekte yaşanacak depremlerin korkusunu unutarak. Geçmişteki küçük dokunuşların yön verdiği, altını doldurduğu hayatlarını toplayıp “gümbür gümbür” gelsinler. Daha büyük bir sabırsızlıkla, o şifa veren iyi kalpli anka kuşu misali yeniden doğacakları anı bekliyoruz artık.

*Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan
**Murathan Mungan, Yanımdan geçip gidiyorsun
***Mehmet Erdem, Olur ya

  
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER